Tozlu Sayfalar Arasından: Dünyalar Savaşı

Tozlu sayfalar olmasının nedeni şudur ki, bu aşağıdaki yazıyı yıllar yıllar önce bir ödev olarak hazırlamıştım. Geçenlerde hard diskin içini kurcalarken buldum, şöyle bir göz gezdirdim, ve “bunu yayınlayabilirim” dedim. Ve şimdi de yayınlıyorum işte.

Dili elbette biraz daha ciddi, akademik diyelim. Ama gerçekten akademik metinlerle uğraşan birisi bu kullanıma bir tarafıyla da gülebilir, emin değilim. Ama önemli olan da içerik zaten. Ha tabi hâlâ ne olduğunu belirtmedim bunun. “War of the Worlds” isimli 2005 yapımı güzide filmin tür eleştirisi. Tür eleştirisi nedir derseniz, kısaca şöyle özetleyebilirim; bir tür filminin -zira tür filmi olması önemlidir- ait olduğu türün özelliklerini ne kadar taşıdığı, türe ne gibi yenilikler kattığı ya da türden nasıl ayrıştığını inceleyen yazı biçimidir. Böyle.

Üstünde fazla değişiklik yapmadan yayınlıyorum. (Görselleri blog için ekledim.)

* * *

Sinopsis:

Dikkat. Film hakkında her şey yazılıdır.

Ray Ferrier (Tom Cruise), eşinden ayrılmış, iki çocuğunu yalnızca yasaların izin verdiği zamanlarda görebilen, babalık yetenekleri fazla gelişmemiş olan sıradan bir liman işçisidir. Eski eşi Mary-Ann (Miranda Otto) yeni kocasıyla birlikte bir seyahate çıkacağı için çocukları Robbie (Justin Chatwin) ve Rachel’ı (Dakota Fanning) istemeyerek de olsa Ray’e bırakmak zorunda kalır. Ancak Ray’in çocuklarıyla arası pek iyi değildir.

Ray kızı Rachel’la konuşmaya çalışırken çok yüksek sesli bir gök gürültüsüyle irkilir. Gökyüzünde büyük şimşekler çakmakta ve yere güçlü yıldırımlar düşmektedir. Meraklanan Ray, olayın vuku bulduğu yere gider. İnsanların meraklı bakışları altında, yerden devasa boyutta üç ayaklı bir makine çıkar ve bu makine önüne çıkan her şeyi yıkıp geçmeye, herkesi de buharlaştırmaya başlar. Eve zorlukla ulaşan Ray, çocuklarla birlikte hemen oradan uzaklaşır. Bu bir uzaylı saldırısıdır.

Eski karısının evine ulaşan Ray ve çocuklar, orada kimseyi bulamaz ve geceyi orada geçirmeye karar verirler. Ray de en az çocuklar kadar korkmaktadır, bu yüzden bodruma inerler. Gece uykudayken yine saldırıya uğrarlar ve yine zorlukla kurtulurlar. Sabah kalktıklarında ise evi tepelerine yıkılmış, bir yolcu uçağını da yanlarına düşmüş bulurlar. Orada gördüğü bir gazeteci kızdan bilgi alan Ray, o makineden -ki isimleri “tripod”tur- daha onlarca olduğunu, hasar almalarını önleyen güç kalkanlarının bulunduğunu ve düşen yıldırımların yerin altına belki de binlerce yıl önce yerleştirilmiş o makinelerin içine ‘sürücülerini’ taşıdıklarını öğrenir. Yollarına devam ederler.

Ray’in amacı onları annelerine sağ salim ulaştırmaktır, bunu hem çocuklar hem de kendisi için ister. Çalışan tek araç onlarınkidir, dolayısıyla hızla yol alırlar. Yolda bir mola sırasında, Robbie geçen askeri araçları görür ve onlara katılmak ister. Ancak babası buna izin vermez.

Akşam olduğunda çevredeki araçsız insanlar onları taciz etmeye başlarlar ve sonuç olarak da önce bir kavgaya tutuşurlar, ardından da araçlarını kaybederler.

Yollarına yaya olarak devam eden aile için önlerinden yanarak geçen tren gibi durumlar normal hale gelmiştir. Yürüyerek bir vapur iskelesine varırlar. Vapura binmek için sıra beklerlerken arkadan tripodlar yaklaşmaya başlar ve insanlar sağa sola kaçışmaya başlar. Ray ve çocuklar zorlukla gemiye binerler. Ancak suyun altından da çıkan bir uzay gemisi gemiyi alabora eder ve denize dökülen insanları toplamaya başlar. Ray ile çocuklar yine zorlukla karaya çıkarlar ve tripodların altından kurtulurlar.

Sabaha doğru aile yeni bir askeri toplulukla karşılaşır. Robbie bu kez onlara katılmak için kararlıdır ve dediğini yapar, babası onu engelleyemez. Ray ile Rachel ise kaçarken onları görüp çağıran Harlan Ogilvy’nin (Tim Robbins) kulübesine sığınırlar. Ray ve kızı için bu kulübe büyük önem taşıyacaktır.

Harlan, uzaylılarla savaşmayı kafasına koymuş, kendi deyimiyle bir ‘direnişçi’, yer yer deli, eski bir ambulans şoförüdür. Ray’i kendisiyle savaşması için ikna etmeye çalışır. Bu sırada kulübeye giren bir “göz” yaşam olup olmadığını kontrol eder. Ray’in çabalarıyla ona yakalanmaktan kurtulurlar. Daha sonra bir gün de kulübeye uzaylılar girer ve sağı solu kontrol ederler. Bu sırada Harlan onları vurmak ister, ama Ray yine ona engel olur. Harlan’a göre onlar, “farklı dünyaların insanlarıdırlar”.

Kulübede geçen günlerden birinde Harlan telaşla bağırmaya başlar. Ray ona kulak verip dışarıya bakar ve tripodların, avladıkları insanların kanlarını içtiklerini ve atıklarını da toprağa ektiklerini görür. Harlan ise çok gürültü yapmaktadır. Ya yakalanacaklardır, ya da Harlan susturulacaktır. Ray, Harlan’ı “susturur”.

Kızıyla kulübede baş başa kalan Ray, bir gece Rachel’in çığlığıyla uyanır. Yanı başlarında bir “göz” onlara bakmaktadır. Ray baltayla onu parçalar. Bu sırada Rachel evden dışarıya çıkar ve gözden kaybolur. Ray onu aramak için çıktığında, her yerin kanla örülü olduğuna şahit olur. Rachel’i bir tripod avlar, Ray de onun arkasından o tripoda kendini yakalatmayı başarır.

Kendisi gibi yakalanmış insanların arasında kızını bulur, ancak tripod “içmek” için onu seçer. Ray tripodun ağzındayken daha önce eline almış olduğu el bombalarını patlatır, ve kurtulurlar.

Ertesi gün baba ve kızı bitkin bir halde ulaşmak istedikleri yere, Boston’a ulaşırlar. Orası da tripodlarca ele geçirilmiştir, ancak bir gariplik vardır. Tripodların birisi kendi kendine “durmuştur”. Daha sonra tripodların güç kalkanlarının çalışmadığı fark edilir ve askerlerce etkisiz hale getirilirler.

Ray kızını annesine ulaştırır ve kaybettiğini sandığı oğlu Robbie’yle de buluşur.

Uzaylılar, Dünya koşullarına uyum sağlayamamış ve bakteriler nedeniyle kendi kendilerine ölmüşlerdir.

* * *

2005 ABD yapımı olan “Dünyalar Savaşı”nın yönetmeni, ünlü bilimkurgu sinemacısı, “dahi çocuk” Steven Spielberg’tir ve elbette film de bilimkurgu türüne ait bir yapımdır. Film, Spielberg’in de kurucu ortağı olduğu Dreamworks ve ünlü film şirketi Paramount Pictures tarafından yayınlanmıştır. Gösterime girdiği dönem (yani ABD’de yeni bir sezon sayılan yaz mevsimi), barındırdığı oyuncular ve elbette yönetmeniyle tam bir “blockbuster”, “yani büyük gişe getirisi sağlayan Hollywood yapımı” olan film, yukarıdaki sebeplerden ötürü bir tür filmidir de aynı zamanda. Genel olarak bakılacak olunursa, filmin muhafazakar bir film olduğu -ki zaten Spielberg’in yönettiği, özellikle de son dönemde yönettiği bir filmin muhafazakar olmaması çok zordur- ve Amerikan değerlerini ve ataerkil ideolojiyi savunduğu rahatlıkla görülebilir. Filmdeki karakterlerin gelişimi, olayların ilerleyiş şekli ve bazı özel “göze batıcı” diyaloglar gibi unsurlar da bu tezi doğrular niteliktedir. İzleyici açısından bakıldığında ise, “film sinema salonunda izlenir” sözünü haklı çıkaran, bilet parası verenlerin pişman olmayacakları bir yapım durumundadır. Zira filmde kullanılan özel efektler, başrol oyuncuları ve tabii ki “katharsis” duygusu, izleyenleri fazlasıyla memnun edecek türdedir. Film ayrıca tüm dünyada büyük gişe başarısı sağlamış, başka bir deyişle amacına ulaşıp yapımcılarının da yüzünü güldürmüştür.

Filmin biçimsel özelliklerine bakacak olursak, oldukça güçlü bir ekip ev kaliteli bir çalışma var olduğunu görebiliriz. Spielberg, diğer birçok filminde olduğu gibi bu filmde de çalıştığı ekibi büyük ölçüde korumuştur. Senarist David Koepp ile daha önce “Jurassic Park” filminde çalışmış, ve 2008’de gösterime girecek olan [tabi artık çoktan girdi]Indiana Jones and the Kingdom of the Crystall Skull (Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı)” filmini de ona teslim etmiştir. Ayrıca filmin görüntü yönetmeni Janusz Kaminski ile “Schindler’s List (Schindler’in Listesi)”; kurgucusu Michael Kahn ile “Raiders of the Lost Ark (Kutsal Hazine Avcıları)” filminden; müzik direktörü John Williams ile de neredeyse doğumundan bu yana birlikte çalışmaktadır. Tom Cruise ile de daha önce “Minority Report (Azınlık Raporu)” filminde birlikte görev almıştır.

Görüntü düzenlemesi, filmin türüne uygun olarak yapılmıştır. Tedirginliği ve gerginliği yansıtabilmek adına genellikle soğuk renkler tercih edilmiş, özellikle hareketli sahnelerde hareketli kameraya sıkça başvurulmuştur. Karakter merkezli bir film olduğundan ikili ve yakın çekimlere fazlasıyla yer verilmiştir. Dekor, kostüm tasarımı, aydınlatma ve müzik kullanımı da aynı şekilde, bilimkurgu türüne uygundur. Özellikle görsel efektlerin gerçekçiliği ve etkileyiciliğiyle öne çıkan film, bu konuda Oscar adayı da olmuştur.

Oyunculuklar, yer yer abartılı olsa da yerindedir. Tom Cruise’un “Ray” karakteri için “fazla genç” ya da “fazla hafif” olduğu şeklindeki eleştiriler bence yerli değildir, zira Cruise’un yıllar içindeki gelişimi onu bir ne yaptığını bilen erkek ve eril bir kahramandan (Top Gun, Born of the Fourth of July, Mission: Impossible); kaçan, bazen yenik düşen, sonuçta da çoğu zaman şansının yardımıyla galip gelen, kafası karışık bir ‘yarı-looser’a (Eyes Wide Shut, Colletral, War of the Worlds) dönüştürmüştür, bunu göz ardı etmemek gerekir. Bu yönüyle bu film için bence en uygun adaylardan birisidir. Rachel rolündeki genç yetenek Dakota Fanning ise yine olumlu bir performans sergilemektedir. Ayrıca Robbie rolündeki Justin Chatwin de gelecekte iyi bir oyuncu olacağının sinyallerini vermektedir. Spielberg, bu filmde de çocuk oyunculara yer vererek kendi çizgisini bozmaz. Usta yönetmenin hemen her filminde çocuklar önemli -ve hatta bazen de baş- rollere sahiptirler. (E.T.: The Extra-Terrestrial, Empire of the Sun, Hook, Jurassic Park, Schindler’s List, AI: Artificial Intelligence..)

Filmin ses ve görüntü kurgusu da yine türe uygundur. Hızlı kurgu, gerilimi artırıcı ve destekleyici müzik, ses ve efekt kullanımı gibi unsurlar dikkati çeker.

Film, biçimsel özellikleri göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde, türünün bütün gereklerini yerine getirir. Ancak içerik olarak bakıldığında, aynı şeyleri söylemek bazen mümkün olmamaktadır. Bu noktada filmin içerdiği anlamlar bütününü hem diğer bilimkurgu filmleriyle, hem de bu filmin bir önceki çevrimiyle mukayese etmek yerinde olacaktır.

Film, ünlü bilimkurgu yazarı Herbert George Wells’in (1866-1946) 1898 yılında yazdığı aynı isimli romanından beyaz perdeye aktarılmıştır. Sinemanın doğuşundan itibaren oldukça rağbet gören İngiliz yazar, beş kez uyarlanmış olan “Zaman Makinesi” ve “Dr. Moreau’nun Adası” gibi filmlerin de mimarı olmuştur. “Dünyalar Savaşı” da bundan önce 1953 yılında, Byron Haskin tarafından Görsel Efekt Oscarlı bir film olarak tarihteki yerini almıştır. Ayrıca 1938 yılında da Orson Welles tarafından bir radyo oyunu olarak, haber formatında seslendirilmiş, bu dinleti ise halk tarafından gerçek zannedilerek büyük hezeyana neden olmuştur.

1953 yılında yapılan ilk film için de, “bilimkurgu türüne aittir” demek yüzde yüz doğrudur, zira bu film türün neredeyse tüm kodlarını taşır. Özellikle o yıllarda yükselişe geçen bilimkurgu sineması içinde de önemli bir yere sahiptir. Amerika ve Demirperde dışındaki “iyi” ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ortaya çıkan korkular, bilimkurgu sinemasının gelişimi için uygun ortamı sağlamıştır.

Soğuk Savaş’ın yeni yeni yaşanmaya başlandığı o yıllarda insanlar, sürekli olarak bir “nükleer tehdit” altında olduklarını düşünüyorlardı. ABD ile Rusya arasında yaşanan uzay yarışı da bunu destekler nitelikteydi. Öylesine bir paranoya hakimdi ki, en küçük bir tehdit bile “Rus saldırısı” zannediliyordu. (Hatta bu konuda bu paranoyayı ele alan, Stanley Kubrick imzalı “Dr. Strangelove or: How I Learnd to Stop Worrying and Love the Bombs” adlı film, ayrıca izlenmesi ve üstüne düşünülmesi gereken bir yapımdır.) Bu koşullar altında -ki buna ünlü “Roswell” olayını da eklemek gerekir, zira bu da ABD halkının dünya dışı yaşam konusuna olan ilgisini bir hayli artırmıştır- bilimkurgu sineması büyük bir patlama yaratmış ve altın çağını yaşamıştır. “Gökten gelecek olan” nükleer bombalar, sinemada “gökten gelecek tehlike”ye dönüşerek halkla buluşmuştur.

Bilimkurgu sineması, temellerini insanların korkularından alır, buradan beslenerek büyür. Bahsi geçen dönemde de bu böyle olmuştur.

Filmin 2005 versiyonu ise, elbette ki bu şartlardan oldukça uzak bir ortamda yapılmıştır, hatta bu bağlamda filmin yanlış bir dönemde çekildiği şeklinde eleştiriler de mevcuttur. Günümüzde artık bir nükleer savaş tehlikesi yoktur, insanlar “gökten gelecek” olandan değil, aksine yerden, hiç beklemediği anda gelecek tehlikeden (örneğin intihar saldırıları (Peacemaker), ya da insanlığın sonunu getirecek bir virüs (Resident Evil, 28 Days Later ve hatta Children of Men)) korkmaktadır. Ancak bu filmde tehlike yalnızca gökyüzünden değil, tam da bahsi geçtiği üzere yerin altından da gelmektedir, tripodlar toprak altından çıkar, onlar “yüzyıllardır ayakların altında yaşamışlardır.”

İçerik olarak incelemeye devam edersek; film, özellikle ideolojisi bakımından ağır ve muhafazakar bir tür filmidir. İlk saldırının ardından Rachel’ın ısrarla “Teröristler mi saldırdı?” diye sorması, Robbie’nin de bu soruya “Kim bunlar, Avrupalılar mı?” eklentisi, her ne kadar yüzeysel de olsa, az önce temellendirilen “korku kültürü” tezini doğrular niteliktedir. Bu kısımda ise Spielberg, hem mevcut Amerikan politikasını eleştirmekte, hem de ona alet olmaktadır. Sıradan bir cumhuriyetçi Amerikalı’nın soracağı bu sorular, ABD halkının sahip olduğu paranoyanın elli yıldır kaybolmadığını, yalnızca şekil değiştirdiğini gösterir niteliktedir. (Bu konuda da Michael Moore’un “Bowling for Columbine” filmine göz atılabilir. Bu belgesel filmde, halkın korku kültürü sayesinde tüketime nasıl sevk edildiği ustalıkla anlatılmaktadır.) Ayrıca Spielberg, filminde bu konuyu özellikle vurgulamak istediğini de belirtmektedir. Bu film bir mülteci filmidir aynı zamanda.

Diğer birçok bilimkurgu -ki bundan sonra söz konusu filmler için “istila filmleri” tanımlamasını kullanmak istiyorum- filminde olduğu gibi bu filmde de, yukarıda bahsedildiği gibi bir “öteki” kavramı ağırlıklı olarak göze batar. “Öteki”nin dünya dışı olması yeterli değildir genellikle, özellikle ABD dışı olmalıdır.

“Öteki” olanlar, bu film için yalnızca uzaylılar değildir, Ray karakteri de bir ötekidir bizim için, en azından filmin başlangıcında. Bu filmi de türdeşlerinden ayıran en önemli kısmı burada yatmaktadır. Karakterlerin değişimi. Bilimkurgu ve özellikle felaket filmlerinde çoğunlukla karakterler olmaz, tipler olur. Stok tiplere sıkça yer verilir. Bu tiplerin durumları ise bellidir: Bir adet erkek-eril kahraman, bir adet kurtarılmaya muhtaç dünya ve dişi, birkaç tane kahramanın sözünden çıkmayan sadık ve derinliksiz yan karakter, pek çok da aksi görüşü savunan tip. Filmin 1953 versiyonu -ki daha önce türün tüm gereklerine uyduğunu belirtmiştik- bu tiplerin tamamını barındırır.

Ancak Spielberg, filmini ustalıkla çok başka bir noktaya taşımayı başarır. Olası bilimkurgu tipleri bu filmde “dönüşen” karakterlere dönüşürler. Ray, bu değişimi en net şekilde yaşayan kişidir. Başlangıçta bariz bir şekilde ilgisiz ve kötü bir baba olan Ray, filmin sonunda tam bir erkek kahramana -ancak gücü bu kez dünyayı değil, ancak küçük kızını kurtarmaya yeten bir kahramana- dönüşür. Rachel ve Robbie ise hiç de hoşlanmadığı babasını sevmeye başlarlar. Ray Hollywood’un ona verdiği görevi yerine getirmiş ve ailesini yani aile kurumunu tekrar oluşturmayı başarmıştır. (Özellikle bu sahnede Cruise’a yapılan alt açılı çekim, ışıklandırma ve kamera hareketi bunu fazlasıyla doğrular.) Eski karısı bile, daha önce ‘buzdolabında yemek var mı’ diye kontrol ettiği Ray’e bir başka bakmaktadır. Görev tamamlanmıştır. Ray, kesinlikle bilindik türde bir kahraman değildir.

Filmin en takdire şayan özelliği, bence, uzaylıların kendi kendine yok olmaya başlamasıdır. (Gerçi bu konuda H.G. Wells’e teşekkür etmek daha yerinde olur sanırım.) Daha önce yapılmış olan birçok istila filmi (War of the Worlds (1953), Independence Day, Stargate, hatta Terminator ve hatta Mars Attacks! vs.) mutlaka bir kahraman yaratmış ve dünyayı ona kurtartmıştır. Ancak bu filmde bu görülmez. Filmin başrol oyuncusu tamamen sıradan bir babadır, hepsi budur. Birçoklarının eleştirdiği bu, “filmin konudan sapıp bir aile dramına kayması” noktası, aslında hem filmin türe getirdiği bir yenilik, hem de onu diğer istila filmlerinden ayıran en temel ve sağlam noktadır.

Filmin ikinci kısmındaki Harlan’ın (Tim Robbins) kulübesindeki sahneler ise, filmin ideolojik ve politik mesajlarını sırtlayan kısımdır. Filmdeki en gerçekçi karakterlerden birisi olan Harlan, tipik bir Amerikan milliyetçisidir. “Burası bizim, gerekirse daha önce yaptığımız gibi yine savaşırız” diye haykırır Ray’e, daha önce ABD’nin hiçbir zaman kendisini savunmadığını, aksine saldıran taraf olduğunu bilmeden. Bu da ABD’nin iç politikasının ne denli başarılı olduğunu kanıtlar bir noktada: Amerika için önemli olan kazanmış olmaktır, Vietnam Savaşı bile galibiyet kazanılmış gibi aktarılmıştır insanlara filmlerle, şarkılarla. Başlangıçta kendisini bir “direnişçi” olarak gören Harlan -ki buradaki Irak alegorisi çok açıktır- istilacıların gerçek gücünü gördüğünde kaçacak yer aramaya başlar. Ray, Harlan engelini de aşarak izleyiciye “kaba kuvvet ve aptal cesareti ile kahramanlık olmaz, aklı kullanmak gerekir” mesajını verir.

Zaten az sayıda karakter içeren filmde stok karakter yoktur. Ray, Rachel, Robbie ve Harlan dışındakiler öykünün ilerlemesini sağlayan tiplerdir.

Film karakterler açısından -ve de Spielberg’e rağmen ve de yine onun sayesinde- bu denli yenilikçi bir hava taşırken, anlatı yapısı ile son derece klasik bir duruş sergiler. Bariz bir giriş-gelişme-sonuç bölünmesi mevcuttur, başlangıç geleneklerine karakterleri basitçe tanıtma yoluyla uyar, ve hatta orijinal filme de sadık kalarak başta ve sonda bir anlatıcı (narrator) kullanır. Ancak bence -Spielberg’e işini öğretmek gibi olmasın ama- filmin doruk noktası seçimi hatalıdır: Film hızla ilerlerken Harlan’ın kulübesinde ani bir tempo kaybına uğrar, daha sonraki bölümde ise olaylar birdenbire çözülür. Uzaylılar yok olur ve dünya kurtulur. Fakat bu, yönetmenin bilinçli tercihi de olabilir. Zira Harlan’ın kulübesi Ray’in aynı zamanda kendini de sorguladığı yerdir, buradan çıkıp bir kahramana dönüşür, “gözlerini açık tutmayı” öğrenir.

Anlatı yapısı gerçekten de hem Hollywood’a hem de türe oldukça uygundur. İzleyiciler filmin sonunu rahatlıkla tahmin edebilir. Ancak bu durum, Spielberg’in ustalıklı yönetmenliği sayesinde heyecan kaybına sebep olmaz.

Türe özgü ikonografik simgeler de filmde kendilerine sıklıkla yer bulur. Zaten “dünyadışılık” konusunda uzman olan Spielberg bu konuda ne yapacağını bilmektedir. Tipik uzaylı göstergesi olan devasa makineler, ışın silahları, güç kalkanları yine mevcuttur. (Bu noktada, Spielberg’in gerek tripodların tasarımında, gerekse belli bazı sahnelerde, hem romana hem de ilk çevrime son derece sadık kaldığını belirtmek gerekir.) Ayrıca klişe olan ikonografik simgeler de kullanılmıştır, görünen silah yine illa ki patlar, balta kullanılır, Rachel’ın çığlıkları tehlikeyi haber verir.

Sonuç olarak; Dünyalar Savaşı, birçok yönden farklı gözlerle incelenebilir bir filmdir. Sıradan bir “bilimkurgu blockbuster”ı olarak ele alınabilir, politik mesajlarla yüklü bir “11 Eylül sonrası paranoya filmi” olarak da düşünülebilir. Ya da sinemasal açıdan, bir yönetmenin bakış açısının değişimi gözlemlenebilir. Daha önce “Close Encounters of the Third Kind” ve “E.T.: Extra-Terrestrial” gibi iyimser uzaylıları bize gösteren ve artık yalnızca kendi zevki için film yapacağını belirten Spielberg’in sinemasal oyunu diye de adlandırılabilir. Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Dünyalar Savaşı’nın türdeşlerinden ayrı bir yere konması gerektiği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

* * *

Bu noktaya kadar sıkılmayıp okuduysan, sevgili okur, ne âlâ, sen tam bir sinefilsin. Hatta bilimkurgulara da bayılıyorsun. Aferin, tuttum seni. Bu yazıyı da, bugün olsa daha farklı yazardım elbette, ama yine de yüzde 75’i aynı olurdu kuvvetle muhtemel. Zira filmi seviyorum.

Yukarıda, daha önce değinmemiş olduğum bir şeyi daha ekleyerek bitireyim artık, zira 20 bin vuruş oldu bu kâllâvi yazı. Bu filmin en sevdiğim özelliklerinden birisi, bilimkurguyla korku türünü, azıcık da olsa birleştiriyor olması; birçok sahnede, çekimde bu gayet açık. (Bunu o zaman niye yazmamışsam zaten.) İnsanı uzaylılarla ilgili bir şeyler izlerken sadece hayran bırakmıyor, hatta artık direkt, hiç hayran bırakmıyor, doğrudan doğruya dehşete düşürüyor. Zaten uzaylılara hayran olduğumuz yıllar 80’lerde kaldı. Bu filmin bu karanlık yönüne bayılıyorum.

Ben bu filmi çok seviyorum. Sen de sev. N’olur be. ♣

Tozlu Sayfalar Arasından: Dünyalar Savaşı” üzerine 8 yorum

  1. Bu arada bu tür yazılarının devamını bekliyorum mutlaka. Evet biraz zaman alır, bu kadar satıra bakınca pek de kolay yazılmadığı anlaşılıyor, ama sen istedikten sonra yazarsın pekala.

    Pek iyi, pek iyi..

Yorum bırakın