Kömürün suyunu sıkan roman: Cesurlara Davet*

İsviçreli genç yazar Dorothee Elmiger’in ilk romanı Cesurlara Davet, deneysel ve alışılmadık bir kitap; bir yanıyla sapasağlam bir distopya, diğer yanıyla siyasi bir çığlık.

dry_river

Bazen, üstüne saatlerce konuşabileceğiniz bir konuya bile bir türlü giriş yapamazsınız. Bazen en hâkim olduğunuz cümlelere bakınca bile yabancılık çekersiniz. Bazen de bir kitap okursunuz; onu güzelce anlarsınız, kemiklerinizde hissedersiniz; çekiç-örs ve üzenginizde titreştirir, hatta göz perdelerinizin gerisinde geniş-ekranlı bir film gibi izlersiniz.

Ama onu bir türlü ifade edemezsiniz.

İşte Cesurlara Davet, tam da o kitaplardan biri.

Ya da değil.

* * *

Dorothee Elmiger, İsviçreli genç bir kadın yazar. Siyaset bilimi okumuş, yazarlık dersleri almış ve oturup yazmış. Siyasi eğitimi, yayımlanan iki romanından ilki olan bu kitaba da bir hayli yansımış. Zira nerede, ne zaman ve nasıl olduğunu tam olarak bilemediğimiz bir mecranın içinde bile, siyasetin insan iletişiminin odağında olduğunu vurgulamayı başarmış. Daha ilk sayfadan itibaren.

cesurlara-davet

Bu nerede-ne-zaman-ve-nasılsızlık, kitabın temel ögelerinden biri aslında. Meçhul bir arazinin altındaki kömür madeni, yıllardır için için yanmaya devam ediyor. O topraklar üzerinde yaşayan neredeyse kimse kalmamış; yalnızca –uzun zamandır kömür işletmelerine bağlı olarak çalışan– polis teşkilatı, komiser beyin iki kızı –aynı zamanda kitabımızın başkahramanları olan– Margarete ve Fritzi, birkaç kişi, birkaç garip komşu. Geriye kalan her şey nihai bir hiçlik; ölümcül bir sessizlik ve verimsizlik.

Fakat bu, neredeyse hiçlik içindeki topraklarda bile, bitmek bilmeyen bir iktidar mücadelesi var. Ve iktidarın, hükmetmeyi sürdürebilmek için yaptığı en önemli şeyi, buradaki ufak çaplı iktidar da yapıyor: Geçmişi yok ediyor. Kız kardeşlerin daktilo başında olanı Margarete de bundan dem vuruyor:

“Bazı şeyler bize söylenmedi! Yapayalnız beklemeye bırakıldık. Olaylar bizden gizlendi. Tüm çabalarla dalga geçildi. Annelerimizin ne iş yaptığından bahsedilmedi. Kendi kendimize yetinmemiz emredildi. Sahte bir güven duygusuyla uyuşturulduk. Sonra da onun kaybolması korkusuyla tehdit edildik. Özgürlükle gözümüz boyandı. Kimse bize kıtlığı anlatmadı. Geçen yüzyılların karanlığıyla baş başa bırakıldık. Sakinleşelim diye kulağımıza çalınan tek tük hadiseyle avutulduk. Şiddeti azaltmanın yolları üzerimizde denendi. Üstümüzden polis atlarıyla geçip gidildi.”

Çünkü geçmişi yok etmek, buna yarar. Bugün bile sistematik bir biçimde yürütülen tarih yokedimi, her şeyin havada kalmasını sağlayıp karmaşaya yol açar. İnsanların altından tarihi çekip almak, tarih atlası olmadan tarih öğrenmeye benzer. Tıpkı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanındaki, eski gazete haberlerini bile durmaksızın değiştiren bakanlık gibi; her şeyi sürekli karıştırırsanız, her şey eşit seviyeye gelir ve anlamını yitirir.

Peki ne yapmak gerek? Neyi, nasıl yapmak gerek? Öğrenilmiş çaresizliğimizin içinde, salt kendi yaşamlarımızı iyi geçirmeye yeltenerek, tüketimin esareti altında etrafımıza katı bir duvar örerek, apolitik bir hayat mı sürmek gerek? Yoksa harekete geçip yollara mı düşmek gerek? Margarete’ye göre, bunun da cevabı net:

“Rahatız. Ama yine de, omuzlarımızı boğazımıza doğru çekip çenelerimizi titreten bir his var içimizde. Birazdan sesimizi yükseltmek isteğiyle dolacağız. Bu hissi yasaklamalı mıydık yoksa? Bizi güçten mi düşürür bu?

Hayır! Muhtemelen, bir sorumluluk yaratıyor bu!”

Evet! Büyük bir sorumluluk yaratıyor bu! Hem de herkes için.

Ve bu yüzden kitap da, tüm cesurları davet ediyor, düzeni değiştirmeye, eski olanla barışıp “doğru” bir yeni inşa etmeye; korkmadan, özgürce ve insanca yaşayabilmek için.

* * *

Elmiger, romanı boyunca bir arayış ve yol hikâyesi de anlatıyor. Kız kardeşler yalnızca geçmişlerini değil, geçmişe ait (olduğunu sandıkları) bir nehri arıyorlar: Buenaventura Nehri. Bu nehrin varlığı, gerçek bir söylence; olup olmadığı bilinmiyor. Ve Elmiger kitap boyunca yalnızca bu rivayetten değil; Goethe’den Hemingway’e kadar birçok yazardan, hatta Butch Cassidy ve Sundance Kid gibi efsanevi suçlulardan bile besleniyor. Genç yazar, romanını zenginleştirecek her türlü cevhere açık; ve belli ki kelimelerini de, yüzyılların baskısına dayanamayarak elmasa dönüşmüş kömür parçalarından seçiyor. Basit olanı yazmanın zorluğunun da farkında.

Kitaptaki ayrıksı bölümler ve parçalanmış anlatı yapısı da; yaratılan bu karanlık, çaresiz ama her şeye rağmen ümit dolu atmosferi destekliyor. Metnin çok hacimli olmaması da ayrı bir olgu tabii; sanki Elmiger, gözüne çarpan ve fazla gibi gördüğü her harfi bile atarak yontmuş kitabını.

Cesurlara Davet, edebiyatta yeniliğe ve deneyselliğe açık okurlar için biçilmiş bir kaftan gibi. Üstlerine otursun diye, her türlü dikiş tekniği denenmiş. İlmek ilmek örülürken de, samimiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş. Kısacası, okunmak için can atan bir kitap bu. ♣

* Bu yazı ilk olarak Birgün Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

Fahrenheit 451, Ray Bradbury

“Bir kitap ikinci kez okunma isteği yaratmıyorsa, onu zaten hiç okumaya gerek yoktur” demiş Oscar Wilde. Gerçi bence biraz abartmış, zaten kendisi mübalağaya pek düşkün bir arkadaşımızdır halihazırda. Bununla birlikte bu veciz sözü, “Fahrenheit 451″in her okunuşta ayrı bir tat vermesi gerçeği yönünde kullanasım da var.

Fahrenheit 451

Neyse. Bradbury‘nin ilk romanı Fahrenheit. Kendi yazdığı önsöze göre de, onun için ciddi bir atılım, çünkü öykülerden romana geçme sıkıntısını bu kitap sayesinde atlatmış. “Fahrenheit 451 beni yazdı,” diyor, “ben onu yazmadım.” Buna gelene kadar da beyninin içindeki yapıtaşları adım adım çalışmış, muhaliflikle, başkaldırıyla, hümanizmle, özgürlükle, kültür isteğiyle dolu beyninin süzgecinden çıkan da bu müthiş roman olmuş sonunda. Ray Bradbury’nin ne güzel bir insan olduğunu, insan olduğunu hatırlamak için arada tekrar okumak gerekiyor işte.

Kitabın da, bir distopya olarak en isabetli tahmini, sansürsel döngünün devlet eliyle değil, kendi kendisini kültürsüzleştiren vatandaşlar tarafından başlatılmış olması. Yani yakmaktan evvel zaten işler rayına girmiş hale geliyor bile. Kendisi de bu isabetini hatırlatmadan da edemiyor haklı olarak, şöyle diyor yine önsözünde:

“…eğer dünya kitap okumayanlarla, öğrenmeyenlerle, bilgisizlerle dolmaya başlarsa, kitapları yakmak zorunda kalmazsınız, değil mi? Eğer dünyanın geniş ekranı basketbolla ve futbolla dolar ve MTV içinde boğulursa, gazyağını ateşlemek veya okuyucuyu avlamak için Beatty’lere gerek kalmaz.”

Aslında Ray Bradbury için söylenebilecek binlerce özlü söz var. Ama biz söylemeyelim. Çünkü haddimize değil. ♥