Tarihsizlik Atlasında Gündoğmamış Sabahlar

dawn_by_grigant-jpg-625x385_q100

Orhan Veli gibi, gün doğmadan, deniz daha bembeyazken çıkıyorum yola; ama onun gibi denize açılmıyor ve onun gerekçe ve arzularını taşımıyorum. Benim arzum; dolmuşa binip şehrin merkezlerinden birindeki çokkatlı bir binada bulunan iş ofisine ulaşmak.

Evden çıkıyorum, gökyüzünde ay. Yürüyorum, sokaklarda hüzünlü başıboş köpekler. Durağa gidiyorum, zombilerden daha ifadesiz okul çocukları, çalışanlar, çalışmayanlar. Dolmuşa biniyorum; dolmuşçu bile henüz ayılamamış belli ki, zira dolmuşu dolmuş yapması gereken en ufak bir nota bile yok etrafta. Hava hâlâ karanlık. Dolmuşun saati bozuk; muhtemelen ayarlarken 24 saatlik ayrıntıyı gözardı etmişler ve o yüzden dijital kızıl kırmızı saat “20:08″i gösteriyor. Hava karanlık, akşam saat sekiz, ben yeni uyanmışım ve nihai ve küllî bir akıl oynatmasına bir basamak uzaktayım.

* * *

Görse, Halit Ayarcı’nın bile utanacağı bu saat ayarlamasının sebebine dair bir sürü iddia var, resmi söylemler var. En mantıklı (gibi görüneni) tabii enerji tasarrufuna dair olanı. Gerçi onu da tam olarak anlamış değiliz; tasarrufu mu ediyoruz, o mu bizi ediyor; bu kadar tasarrufane bir durum oluyor muymuş bu ayar sayesinde, vesair. Söylenegelen bir diğer sebep, daha doğrusu spekülasyon şu minvalde: “Üç tane meczup sabah namazlarını daha rahat kılabilsin diye koca bir milletin tüm ayarlarıyla oynamak.” Bu sebebi ben çok seviyorum; özellikle de meczup kısmını.

Lâkin hakiki sebep, bunlardan hiçbiri olmamalı. Bence hakiki sebep; sırf bokluk olsun diye, sırf ayar bozmak olsun diye oynayabiliyor olmak. Çünkü insanların ayarlarını ne kadar bozarsan, onları o kadar iyi kontrol edersin.

* * *

Lisede çok sevdiğim bir tarih öğretmenim vardı. Ondan duyduğum sözü unutmamayı seviyorum: “Tarihi, tarih atlası üzerinde öğrenmezseniz, bildikleriniz havada yüzer.” 

Bugün Türkiye’de sistemli olarak yapılan şey, tam olarak budur. Bilinen her şeyin külliyen değiştirilmesi, ama sürekli değiştirilmesi, kaypak bir zemin yaratılması, en basit gerçeklerin bile çarpıtılması, baştan yaratılması ve yazılması; insanların tüm dengelerini bozuyor. Bir ay önce söylenen şeyler bile, tekrar dile getirildiğinde siyahla beyaz kadar fark edebiliyor. Bu yalan ve düzen imparatorluğu, sadece dansözlük mekanizmasına ait bir amaç içermiyor; yani sırf, yapılan hataları örtbas etmek için değil. Bu, bilerek ve istenerek yapılan bir şey.

Neden Bindokuzyüzseksendört‘te, eski gazetelerin haberleri bile değiştiriliyordu? Yenikonuş neden icat edilmişti? Oradaki insanlar hangi tarihte yaşadıklarını, hangi ülkelerle neden ve ne kadardır savaştıklarını bile bilmiyorlardı. Bilmedikleri için, Stalin’in tavuğu gibi, delibaş ve şaşkın geziniyorlardı. Hiçbir şey yapamıyorlardı.

Neden Stalin, Troçki’yi fotoğraflardan bile sildirmişti?

* * *

Bu düzen böyle; girdiğimiz ‘tek kişi’ yolu böyle. Bugün bu durumun tarihteki örneklerine maalesef iyiden iyiye öykünüyorsak artık, ezilip büzülüyorsak ve dâhi ben bu yazıyı bile sansürlemek zorunda hissediyorsam kendimi; bunun sebebi bellidir: Bu işin başka yolu yok. O yola, dar olduğu için çıkışı sadece ileride olan aşağı eğimli bir tünele girer gibi girdik bire kere; ne geri dönebiliriz, ne de olduğumuz yerde kalabiliriz.

Son bir ihtimal; belki son bir deli kuvvetiyle, tüneli kırar geçebiliriz.

Ve son olarak, bu boktan sene biterken, kişisel almanağımızda yer etmiş her şeyi yakıp yok etmek imkânı diliyorum.

Ama zeytin fidanları hâlâ fidan, hâlâ çocuktur.”

İkibinoniki: Naif Bir Almanak

İlki çok beğenildi, çok konuşuldu. Aylarca gündemden düşmedi. Eh biz de haliyle, bir güncelleme yapalım dedik. Yemediniz tabi di mi. Ne yapalım, canınız sağolsun hacılar.

Siz yemeseniz de yazıyorum ben. 2012 dediğin sene neymiş, ne değilmiş. Tabi ki bunlar hep öznel, yani “niçin şu-bu-o değil de o-bu-şu” demezsiniz diye düşünüyorum. Derseniz de canınız sağolsun. Zaten bu bir olaylar almanakı da değil. Tamamen kişisel bir kayıt altına alma girişimi. Her zamanki gibi.

—Bambaşka bir yazının konusu—

Aslında şimdi düşünüyorum da, (ki bir önceki paragrafla bunun arasında takribi 7 buçuk dakika var) şimdi yine mevzubahis sene içinde okuduklarımı izlediklerimi vesaireyi yazsam, sizi ne ilgilendirecek. Ama bunu düşünür düşünmez de, kendimle çeliştiğimi farkediyorum. Zira yine bir önceki paragrafta daha, ben değil miydim, “işte maksat kayıt olsun, kişisel hep” diyen. Demek ki neymiş, öyle değilmiş. İnsan yazınca kendisini düşünemiyor ki. Hele de bir noktadan sonra. Daha önce, okunmayan yazı aslında hiç varolmamıştır bile demiştim. O halde? Bunları da varolmasınlar diye yazmadığıma göre, kendim için de yazıyor olamam.

Bu blogun bir başka yazısına gelen bir yorum şöyle diyordu: “İnsanın kendisi için yazdığı tek şey alışveriş listesidir.” Şimdi düşününce, kim olduğunu bilmediğim yorum sahibinin ne denli haklı olduğunu farkediyorum. Hatta görüyor ve artırıyorum: Alışveriş listesi bile bazen, başkaları okusun diye yazılıyor.

—Bambaşka bir yazının konusu—

Neyse. Biz devam edelim. Ben yine de gelenekten şaşmayayım, ki gelenek gelenek olsun. Kitap film müzik olay derken bir yazının daha sonuna gelir, yayında ve yapımda emeği geçen tüm arkadaşlara (kendime) teşekkürleri ederiz nasılsa.

2012’de okuduğum en iyi kitaplar

İşte bunlar çok yahu. Bu sene abarttım biraz, ki sanırım tüketiminde aşırı dozu yararlı olan tek şey bu olabilir. Sıkıntı yok yani. Ayrıca hangi birini sayayım bilmiyorum. Dolayısıyla en bayıldıklarımı yazıyorum: Tutunamayanlar, Korkuyu Beklerken (O. Atay), Kâbil, Bütün İsimler, Filin Yolculuğu (Saramago (Evet o ne yazsa bayılırım ben)), Otostopçunun Galaksi Rehberi (D. Adams), Guguk Kuşu (K. Kesey), Dublinliler (Joyce), Dr. Jekyll ve Mr. Hyde (Stevenson), Knulp (Hesse), New York Üçlemesi (Auster) ve tabi ki Yaşama Uğraşı (Pavese).

Bu aşamada bunların hiçbirine blog içinden link veremediğimi görerek, eskiye nazaran ne kadar az yazdığımı da farkediyorum. Al sana 2012. Peh! (Bir tek Yedinci Gün‘ü yazmışım niyeyse, ona da bayılmamıştım. Hayat işte.)

2012’de izlediğim en iyi filmler

Bu yıl gösterime giren filmlerden izlediklerim arasında “eh” dediğim olmadı galiba. Ya çok sevdim, ya uyuz oldum. Mesela Prometheus‘a uyuz oldum. Dark Knight Rises‘a iyice uyuz oldum. Demirkubuz’un Yeraltı‘sını, Beasts of the Southern Wild‘ı, ve Moonrise Kingdom‘ı çok sevdim. Bu yazı yayınlanmadan hemen önce izlediğim Amour ise bambaşkaydı. Cloud Atlas fena değildi. Eh demişim bak yine de.

Mr. Nobody

Ama bu yıla ait olmayan harika filmler izledim ki, en başta da Mr. Nobody gelir. Hayatımı, hayata bakışımı ciddi anlamda etkileyen bir film oldu, hatta kendisiyle ilgili kapsamlı bir şeyler yazmak isteyip isteyip yazamadım bir türlü. Ayrıca bu filmden çok insanın nefret ettiğini öğrendiğimde daha da sevindim, bana ait bir şey gibi. Tabii yine Woody Allen’dan birkaç tane çaktım, Manhattan Murder Mystery, Love and Death, Play it Again, Sam, Stardust Memories gibi güzellikler vardı orada da. (Ama To Rome with Love‘ı izleyemedim bir türlü. Zaten aman aman değil sanırım.) Tree of Life‘ı tam çok beğeniyordum ki, en sonuna uyuz oldum. Ama Badlands müthişti. Cronenberg’in The Fly‘ı da harikuladeydi. Rise of the Planet of the Apes, ilk filmin cesaretinin yanına bile yaklaşamamıştı, tabi ki. We Need to Talk About Kevin gibi çarpıcı film, Gus van Sant’ın Elephant’ından beri izlememiştim. (Tilda Swinton!)

Az sanıyordum da, az değilmiş ya. Daha saymadığım var bir sürü. Az mı yoksa? Aman neyse.

2012’de dinlediğim en iyi müzikler

Tabi ki yine çok az müzik dinledim. Ben hiç müzik dinlemiyorum ya. Valla. İşte üç-beş kişi vardı dinlediğim, aynı onlar devam etti. Ha bir de Cenk Taner konserine gittim, ki o da on numara bir hareketti.

2012’nin en akılda kalıcı olayları

Açıkçası, ilk altı ayı anımsamakta güçlük çekiyorum. Zira o sıralar ben kendimde bile değildim. Zaten sanki o sıralarda pek bir şey de olmadı gibi? Öyle mi ki? Valla bilmiyom. Ama yazdan sonrası daha net bak, misal, bir Avrupa Şampiyonası, Danny Boyle’ın muhteşem düzenlediği bir açılışa sahip olan bir olimpiyat, hepsinden önemlisi Yıldırım Demirören’in defolduğu, FEDA diyen bir Beşiktaşlı bir sportif dönem var. VAR. (Beşiktaş ne güzel değil mi bu aralar, gelsenize.) Vallahi başka ne oldu bilmiyorum.

Bizim hayatımız FEDA be Beşiktaşım.

Politik olarak yine birçok bok yendi ülkede, ama o kadar kanıksadık ki akılalmaz manyaklıkları bile. Sivrilemiyorlar. Tüm olaylar sivri. Arada kalanlar daha akılda kalıcı artık.

Gerçekten 2012’de pek bir şey olmadı sanki ya. Garip lan. Fakat şöyle bir şey oldu. 2012’de birçok güzel insan öldü. Her sene ölüyor birileri ama, 2012’de çok öldü. Bak:

Neşet Ertaş, Erol Günaydın, Metin Erksan, Müşfik Kenter, Meral Okay, Ayten Alpman, Ekrem Bora, Baykal Kent, Erdoğan Arıca, Orhan Boran, Berkant, Cemil Özeren, Neşet Ertaş.

2012’nin en benleri

Bir de iyice kişisel. Şeyler. Aslında klasik. İşe girdim, işe gittim. Eve geldim, çişe gittim. Sevdim, sevilmedim. (Banko.) Seveni sevemedim. (Sürpriz.) Ama canımdan bezmedim artık. Alıştım. Yaşıyorum gidiyor. Güzel bence böyle. Eskiden yakınmadan durmayan biriyken, dert anlatanlardan kaçar-tiksinir oldum. İnsan değişiyor. (Ama aslında hiç de değişmiyor. Bu denklemi çözüyorum bu aralar.)

Daha ne diyeyim bilmiyorum. 2012 bence iyi bir yıl değildi. (Klişe.) Ama buna rağmen, iyi olmadığını bile bile, sevdim ben. (Ana!?) Gerçekten. Çünkü iyi olmayan şeyler de olduğunu öğreniyorum artık hayatta, daha da önemlisi, iyi olmayan şeylerle birlikte gayet birarada yaşanabileceğini anlıyorum. Dolayısıyla, yakınmıyor, sürekli ama sürekli önümdeki maçlara bakıyorum. Bu iyi. Herkes için.

Hayatımda en az bir kez sarıldığım herkesin yeni yılını kutlarım. ♠

İkibinonbir: Naif Bir Almanak

İkibinonbir.. Ne yıldı ama.. Kâh kâhkâhâlârlâ güldük, kâh üzüldük, neler neler yaşa– Ehhm, neyse. Böyle bir giriş tahayyül etmemiştim aslında.

Ama yine de adettendir yazısı yazayım dedim bir tane, hem yer dolsun, hem kayıtlara geçsin diye. Yoksa yılbaşına inanmıyorum, ama tabi bir İsa da var. Yani, vardır herhalde.

Aslında aman aman buraya taşıyacak şeyim de pek yok, zira pek bir şey yaşamadım, hiçbir şey yaşamadım gibi bu sene. O yüzden üç-beş kitap; yirmi-otuz film; biraz müzik, biraz duygu; bütün isteğim bu, bunları anlatmak.

2011’de okuduğum en iyi kitaplar

Aslında bu sene kendime oranla çok fazla kitap okudum. Ama bakın, kendime oranla diyorum. Bunu da gurur duyarak belirtmiyorum. O kadar az okuyormuşum ki eskiden, ama neyse ki bunu farkettim ve kendimi verdim biraz.

Şüphesiz ki, okuduğum şeylerin en iyilerinden biri Carl Sagan’ın ünlü “Mesaj“ı idi. Saramago’dan yine bir eşsiz eser buldum; “Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl“. Salinger’a başlamak için geç kalmış da olsam tüm eserleri güzeldi, ayrıca Paul Auster’ın “Son Şeyler Ülkesinde“si ve “Yalnızlığın Keşfi” dikkate değer. Kafka’nın “Dava“sı, Palahniuk’un “Görünmez Canavarlar“ı, Emrah Serbes’in “Erken Kaybedenler“i, Yusuf Atılgan’ın her bir şeyi, ama elbette “Anayurt Oteli“. Hepsi harika idi. Bir de 2011’in son günlerine sıkıştırdığım “Madde-22” var. O da bambaşka bir başyapıt.

Ve tabi, Vüs’at O. Bener. O hepsinden başkaymış.

2011’de izlediğim en iyi filmler

Hiç şüphesiz ki, 2011’in en iyisi, en çarpıcısı, en en filmi, “Melancholia” idi. Trier’in kadınlara olan bakışının tepetaklak olduğu bu film, etkileyici (ama gerçekten müthiş etkileyici) olduğu kadar düşündürücüydü de. Tam bir başyapıt oldu benim gözümde. Woody Allen’ın ısrarla Woody Allenlığını sürdürdüğünün kanıtı olan “Midnight in Paris” ise kahkahalarla güldürürken hüngür diye ağlatma yetisine sahipti bünyemde. Muhteşem. Bir de elbette Nuri Bilge’nin “Bir Zamanlar Anadolu’da“sı, her ne kadar hâlâ “Uzak” kadar olmasa da, harikulade bir işti. Aklımda kalan bu üç filmin dışında, daha birkaç gün önce izlediğim ve bayıldığım “Another Earth“, aşk acısını çok feci yansıtan “Les Amours Imaginaires“, Behzat Ç.’nin hatırına “Seni Kalbime Gömdüm“, naif bir güldürü olan “The King’s Speech” ve Solaris & 2001: A Space Odyssey karışımı olan “Moon” oldukça güzel filmlerdi. (Gerçi Moon 2011’de miydi, emin değilim.) Hepsine on numara beş yıldız verdim geçtim. Oh.

Tabi bir de, bu sene yapılmamış olup da benim yeni izlediğim onlarca film var, onlar ayrı. Ve en önemlisi, burada paylaşamayacak kadar çok sevdiğim olağanüstü güzellikte filmler izledim, bilin de.

2011’de dinlediğim en iyi müzikler

Yepyeni şarkılar ve şarkıcılar keşfettiğim bir süre yaşadım/yaşıyorum. O sebeple bu kısmın hayli uzun olması gerek aslında. Ama tam aksi, hayli kısa olacak. 2011’in en büyük kazancı oldu benim için; Cenk Taner ve Kesmeşeker. Bunca yıl mal gibi şekersiz yaşamışım. Oysa burada böyle bir memba varmış.

Bunun yanında “İncesaz“ımızdan da şaşmadık, nasıl şaşabilirdik, onlar bir müzik grubu bile değil, onlar adeta bir güzel insanlar topluluğu.

2011’de izlediğim en iyi diziler

Tabi ki, 2011 “Behzat Ç.” yılı oldu. Kimsenin itirazı olamaz buna. Onun yanında “Leyla ile Mecnun” da beklenenden fazlasını verdi, veriyor. “Üsküdar’a Giderken” ise tam anlamıyla ağzımıza bir parmak bal çaldı ve kaçtı, üzdü.

Ama asıl olay, “Breaking Bad“de idi elbette. O kendini bile aştı. Ve tabi, “Boardwalk Empire“. Ve tabi “Californication“. Ve tabi “Game of Thrones“. Ve tabi, çok dizi izliyorum, evet.

Ayrıca “House M.D.” biraz toparlasa da, artık sona yaklaşıyor. “Fringe” ise, eh işte kıvamında, yukarıdakilerin yanına yaklaşamaz.

2011’in en akılda kalıcı olayları

Çok şey oldu gerçekten de 2011’de, hem Türkiye’de hem dünyada. Ama şimdi bunları burada sıralayacak halim yok, zaten tv’ler bir-iki hafta boyunca özetlerler bunları hep, oradan bakın.

Ama değinmeden geçemeyeceğim birkaç şey de yok değil. En önemlisi elbette futboldaki şike skandalı. Şikip attılar yani resmen zevkimizi. Hadi bunu geçtim. Siyasal ahlaksızca pislik işleri işte.. Ama Japonya’daki tsunamiyi unutamam. Nasıl da canlı yayında felaket filmi izler gibi izledik, insanlığımızdan utanacağımız yerde. Sonra, genel seçimler. Lan yine seçildi bu ampuller ya. Eheh, buna şaşırmadığımızı da itiraf edelim kendimize.

Neyse neyse, benim için 2011’in en önemli olayı şuydu: Asteroid 2005 YU55. Çoğunuz farkında değilsiniz ama (itiraz etmeyin değilsiniz işte!), tam anlamıyla direkten döndük, Dünya, 2012’yi beklemeden yokolacaktı neredeyse. Hani teğet geçti diyor ya abi. Aynen öyle. Lâkin o kadar hoşuma gitti ki bu olay, o kadar güzeldi ki, anlatamam.. Gerçek anlamıyla astronomik bir ihtimalin gerçekleşmesine ramak kalmıştı, Ay’dan bile daha yakındı bize bir süreliğine, bu taş parçası. Hem ay da nedir ki, daha irice bir taş parçası. Neyse, geçip gitti ama aklım ve kalbim onda kaldı. Unutmayacağım seni YU55. (Melancholia’yı bu kadar sevmiş olmam da rastlantı olamaz, batsın bu dünya!)

* * *

Bunlar dışında, 2011‘in sanıyorum ki kimseye bir faydası olmadı, kimseyi görmedim “çok güzel yıldı lan” diyen. Ben de kaydadeğer bir şey yapmadım, mal gibi durdum üç-beş olayın dışında. Ama dediğim gibi, zaten yeni yıl ya da yılbaşı kavramları çok göreceli, İsa’nın değil kendi doğduğum günü baz alasım var. Neyse.

Ekleyeceğiniz bir şeyler varsa yazın yorumlara, benim eksik bıraktığım. Maksat kayıtlar dolsun.

Yeni yılınız şey olsun, dur bakayım ne oluyordu, neyse canım işte. Takılın öyle. ♣