Orhan Veli gibi, gün doğmadan, deniz daha bembeyazken çıkıyorum yola; ama onun gibi denize açılmıyor ve onun gerekçe ve arzularını taşımıyorum. Benim arzum; dolmuşa binip şehrin merkezlerinden birindeki çokkatlı bir binada bulunan iş ofisine ulaşmak.
Evden çıkıyorum, gökyüzünde ay. Yürüyorum, sokaklarda hüzünlü başıboş köpekler. Durağa gidiyorum, zombilerden daha ifadesiz okul çocukları, çalışanlar, çalışmayanlar. Dolmuşa biniyorum; dolmuşçu bile henüz ayılamamış belli ki, zira dolmuşu dolmuş yapması gereken en ufak bir nota bile yok etrafta. Hava hâlâ karanlık. Dolmuşun saati bozuk; muhtemelen ayarlarken 24 saatlik ayrıntıyı gözardı etmişler ve o yüzden dijital kızıl kırmızı saat “20:08″i gösteriyor. Hava karanlık, akşam saat sekiz, ben yeni uyanmışım ve nihai ve küllî bir akıl oynatmasına bir basamak uzaktayım.
* * *
Görse, Halit Ayarcı’nın bile utanacağı bu saat ayarlamasının sebebine dair bir sürü iddia var, resmi söylemler var. En mantıklı (gibi görüneni) tabii enerji tasarrufuna dair olanı. Gerçi onu da tam olarak anlamış değiliz; tasarrufu mu ediyoruz, o mu bizi ediyor; bu kadar tasarrufane bir durum oluyor muymuş bu ayar sayesinde, vesair. Söylenegelen bir diğer sebep, daha doğrusu spekülasyon şu minvalde: “Üç tane meczup sabah namazlarını daha rahat kılabilsin diye koca bir milletin tüm ayarlarıyla oynamak.” Bu sebebi ben çok seviyorum; özellikle de meczup kısmını.
Lâkin hakiki sebep, bunlardan hiçbiri olmamalı. Bence hakiki sebep; sırf bokluk olsun diye, sırf ayar bozmak olsun diye oynayabiliyor olmak. Çünkü insanların ayarlarını ne kadar bozarsan, onları o kadar iyi kontrol edersin.
* * *
Lisede çok sevdiğim bir tarih öğretmenim vardı. Ondan duyduğum sözü unutmamayı seviyorum: “Tarihi, tarih atlası üzerinde öğrenmezseniz, bildikleriniz havada yüzer.”
Bugün Türkiye’de sistemli olarak yapılan şey, tam olarak budur. Bilinen her şeyin külliyen değiştirilmesi, ama sürekli değiştirilmesi, kaypak bir zemin yaratılması, en basit gerçeklerin bile çarpıtılması, baştan yaratılması ve yazılması; insanların tüm dengelerini bozuyor. Bir ay önce söylenen şeyler bile, tekrar dile getirildiğinde siyahla beyaz kadar fark edebiliyor. Bu yalan ve düzen imparatorluğu, sadece dansözlük mekanizmasına ait bir amaç içermiyor; yani sırf, yapılan hataları örtbas etmek için değil. Bu, bilerek ve istenerek yapılan bir şey.
Neden Bindokuzyüzseksendört‘te, eski gazetelerin haberleri bile değiştiriliyordu? Yenikonuş neden icat edilmişti? Oradaki insanlar hangi tarihte yaşadıklarını, hangi ülkelerle neden ve ne kadardır savaştıklarını bile bilmiyorlardı. Bilmedikleri için, Stalin’in tavuğu gibi, delibaş ve şaşkın geziniyorlardı. Hiçbir şey yapamıyorlardı.
Neden Stalin, Troçki’yi fotoğraflardan bile sildirmişti?
* * *
Bu düzen böyle; girdiğimiz ‘tek kişi’ yolu böyle. Bugün bu durumun tarihteki örneklerine maalesef iyiden iyiye öykünüyorsak artık, ezilip büzülüyorsak ve dâhi ben bu yazıyı bile sansürlemek zorunda hissediyorsam kendimi; bunun sebebi bellidir: Bu işin başka yolu yok. O yola, dar olduğu için çıkışı sadece ileride olan aşağı eğimli bir tünele girer gibi girdik bire kere; ne geri dönebiliriz, ne de olduğumuz yerde kalabiliriz.
Son bir ihtimal; belki son bir deli kuvvetiyle, tüneli kırar geçebiliriz.
Ve son olarak, bu boktan sene biterken, kişisel almanağımızda yer etmiş her şeyi yakıp yok etmek imkânı diliyorum.
“Ama zeytin fidanları hâlâ fidan, hâlâ çocuktur.”