fe, d, i

Fantastik edebiyat, depresyon ve intihar arasında güçlü bir bağlantı var.

İlk bakışta çok ilgisiz gibi görünen bu üç kavram, neyse ki çok kısa süre sonra, yani neredeyse hemen ikinci bakışta, birbirlerine karşı boş olmadıklarını da ortaya seriyor. Sadece şu ilk cümle üstüne düşününce bile insan, birtakım sinir hücrelerini, kabloları, bağlantı hücrelerini vesairleri falan kolayca görüyor.

Ama sözkonusu bu bağlantı, =’den ziyade < ile ifade edilebilir bence. Tabii bu <’lük, sahip oldukları kudretin bir yansıması değil. Daha çok… kapsama olarak düşünebiliriz.

Ulan. Kapsamanın işareti vardı zaten ya. Boşu boşuna kafa yoruyorum, konudan sapıyorum.

∋ idi galiba. Evet.

HER NEYSE. Öncelikle, bu üç kavramın üçünün de, özünde kaçış olduğunu fark etmek lazım. Fantastik edebiyat mesela, kaçış edebiyatının temel dayanaklarından birisi; iyisiyle kötüsüyle, alegorik olanıyla dümdüzüyle, gerçek dünyadan sıkılan edebiyatseverlerin uğrak noktası her zaman. Buna, kuzen tür bilimkurgu da eklenebilir.

Depresyon ise doğrudan hayattan kaçış; hayatın getirdiği sorumluluklardan, insanlardan, paradan puldan, işten güçten, hatta bazen evden barktan… ama tabii ki, en çok da kendinden.

İntihara gelince… Aslında intihar da, doğrudan hayattan kaçış. Ama o daha çok… evet, hayattan doğrudan çıkış.

Kapsama mevzusu da burada zaten.

Son seçeneğin geri dönüşü yok elbette. Ve birtakım kişiler aksini iddia etse de, ölümden sonra yaşam da yok. Tam anlamıyla bir karadelik yani intihar; her şeyi tamamen sonlandıran, başlangıcı olan her şeyin bir sonunun da olduğunu vurgulayan, sağlam, siyah bir duvar. Gereği var mı? Bence yok. Tam da bu “sonluluk” yüzünden yok hem de. İster iyimser deyin ister naif, hayatın neler getireceğini bilemeyiz.

Aslında hayatın değil, kendimizin. Çünkü gerçekten de hiçbir şey yapmayınca hiçbir şey olmuyor.

Siyah değilse de koyu bir gri olan depresyon da işte (itiraf ediyorum: “gri duygu” lafını Andreas Steinhöfel’den çaldım), bu hiçbir şey yapmama hâlini, yani tıptaki adıyla bilmemne’yi (tıpta bir adı vardı bunun, eminim. Kal gelmek gibi bir şey. Yuh, tıp ile kal gelmeyi birleştirdim, yuh bana) bünyeye dayatıyor. İnsan yine bir şekilde kaçmayı başarıyor sonuçta, hem hayattan hem de kendinden; fakat bu, neredeyse her zaman, geçici bir dönem oluyor.

Ve işte bu noktada, depresyon ile fantastik edebiyat arasındaki, hemen hemen ⊇ durumuna geliyoruz; ikisinde de mevcut olan, ikisini de cezbedici kılan, ikisini de içinden çıkmayı istetmez hâle getiren duyguya:

Huzura.

Kaçış, hele de yeraltının falan da en dibiyse, her zaman huzur verir. Huzur, yapay da olsa insana haz verir. Haz ise onu terk etmenizi engellemek için elindeki her şeyi verir.

Hatırlıyorum: Hayatımın en huzur dolu, en mutsuz günlerini (evet, mutluluktan bahsetmedim; huzurlu ve mutsuz olmak son derece mümkündür) seneler önceki depresyonumdayken geçirmiştim. Aylarca eve kapanmış, gri alanda durup bekleyerek intiharı da sık sık düşünmüş, ama nihayetinde kendimi edebiyata, özellikle de bilimkurgu ve fantastik edebiyata vermiştim. Tam anlamıyla arada, sırat köprüsünün üstünde kalmıştım yani ve bir şekilde, ışığa gitmeyi reddetmiştim. (Yani, hemen hemen.) Fakat sonuçta işte, kitaplarda kendimi bularak hayata geri dönmüştüm. Çünkü, eğer içinizde bir parça yaratma arzusu da varsa, en büyük haz kaynağı bile bir süre sonra monotonlaşır. Hep daha fazlasını istersiniz ama bulamazsınız. (Fakat bu bambaşka bir konu tabii.)

Kaçış, hele de fantastik edebiyatın falan da en köklü eserleriyse, her zaman haz verir. Haz, yapay da olsa insana huzur ve yaşama sevinci aşılar. Yaşama sevinci ise, ona tutunduğunuz ve onu kesinlikle bırakmadığınız takdirde sizi alır götürür, hayata bağlar.

Yani sonunda, o en baştaki denklem tersine döner.

Sosyal bilimlerin aritmetiği matematiğin aritmetiği gibi değil çünkü. Değişken, sevişken, sevecen ve sıcak.

Yani, hemen hemen. ♣

Mutluluk turnusolü ayağınıza geldi

Haletiruhiyenizi tam olarak kestiremiyor musunuz? Ne hissettiğinizi bilemiyor musunuz? Mutlu olup olmadığınızı, mümkünü yok anlayamıyor musunuz?

O halde artık üzülmeyi bırakın! Çünkü bunun en kesin yöntemini açıklıyorum: doğumgününüzde ne hissettiğinize bakmak.

Öyle, öyle. Gerçekten öyle. Yılın 364 günü boyunca (artık yıllar için +1 eklemek şart elbette) mutlu mesut, bol güleryüzlü dolaşıyor ama yine de bir burukluk hissediyorsanız mesela zamanın büyük kısmında, doğumgününüzde ne hissettiğinize bakın. Aynı olumluluk halini yine taşıyor musunuz? Yine gülebiliyor musunuz? Müthiş! Demek ki siz, mutlu birisiniz.

Ama o günde, daha doğrusu o malum günün öncesinde daha saat on ikiyi bile vurmadan önce, üstünüze bir hüzün, bir yalnızlık, bir izolelik duygusu çöküyorsa, ve dahi ilerleyen gün boyunca da geçmiyorsa o çökkünlük hissi… o zaman tekrar düşünebilirsiniz. Zira üstünüzdeki mutluluk, alelade bir maske olabilir, kendinizi kandırmanıza yarayan çarpık bir ayna olabilir, pek etkili olmayan bir firewall olabilir. Her şey olabilir. Ama hakiki mutluluk ya da huzur, olamaz.

O yüzden, doğumgününüzde ne hissettiğinize bakın. Size her zaman yol gösterecektir.

Not: Yılbaşları ve tatil günleri de benzer hissiyatlara gebedir; ancak HAYAT AŞ. olarak bu tür hislerin kesinliği konusunda herhangi bir garantimiz yoktur.

Bir hayli

Mütemadiyen tavana bakıyorum.

Uzun zamandır hasret kaldınız mı yüzüme? 
Muhtaç mısınız inan olsun tek bir sözüme?

Hiç sanmıyorum. Çünkü birinci derecede yakınlık dışındaki hiçbir yakınlığa artık pek inanmıyorum. Kim kimi gerçekten özlüyor ki artık? Çok, çok az yaşanan bir duygu artık, özlem. Tedavülden bile kalkması yakındır. Kalkarsa şaşırtıcı olmaz. Bir KHK’ya bakar zaten. Peh.

Çok sıkılıyorum bugünlerde. Hatırlarım, eski zamanlarda, takribi 4-5 sene önce falan, can sıkıntısını “üstesinden gelinmemesi imkansız bir çocukluk hastalığı” olarak görürdüm. Canım sıkılıyor diyen insanlara istihza ve küçümseme ile bakardım. Kendi güzel canımın asla sıkılmayacağını iddia eder, hemen her boş ânımı dolu geçirebiliyor olmamla gurur duyardım.

Eh, insan büyüdükçe (4-5 sene önce de çok küçük değildim ama büyümek, bitimi olan bir şey değil tabii) farklılaşıyor düşünceleri, dahası hayatı ve yaşadıkları. O zamanlar keyiften keyife uçarak yaptığım şeylerin pek çoğu bugün büyük can sıkıntısı veriyor. Mesela gerçekten ama gerçekten harikulade olan kitaplar dışındakileri okumak büyük bir eziyete dönüştü. Eskiden iyi kötü ne varsa okurdum oysa ve bitirmeden bırakmazdım. Zamanım da daha boldu tabii, o ayrı. Ya da -olabildiğine boş bir aktivite de olsa- bilgisayar oyunu falan oynardım sıkılmadan. Sohbet ederdim insanlarla, gerek çevrimiçi gerekse çevrimdışı mecralarda. Sanırım en ama en çok bundan sıkıldım.

İnsanlardan çok sıkıldım; bir kez, bir kez daha ve maalesef.

Gerçekten özlediğim bir iki kişi falan var. Diğerleri tam anlamıyla olsa da olur, olmasa da. Kendim hakkında bile öyle hissediyorum hatta zaman zaman.

Başıboş ve şımarık bir depresyon başlangıcı mı bu? Yoksa bu bile can sıkıntısı kaynaklı mı?

Bilmiyorum. Doğrusu, pek fark etmiyor da. Fakat nedense bugün burayı özlediğimi hissettim. Dükkânımı. Tamamen bana ait olan yegâne ve güzide yerimi (aslında bu dediğim tam olarak doğru değil, zira serverlar wordpress’e ait; yine de anladınız işte). O yüzden, gelip saçma da olsa bir şeyler yazmak istedim. Yazdım da.

Ben ne yapıyorum senelerdir? Bunu gerçekten bilmiyorum. Yaşıyorum, diyebilmek için mi yaşıyorum sadece? Emin değilim. Bir amaç gütmediğim kesin, ne de olsa hayatın bir anlamı olduğuna da hiçbir zaman inanmadım (42 hariç). Amaç olmadığına göre ânı yaşıyor olmam gerek ama o doğrultuda ilerlediğim de pek söylenemez. Dolayısıyla ömrümün büyük bir kısmının boşa geçtiğini söylemek çok anormal olmaz. Tamam, elbette kazandığım insanlar, edindiğim tecrübeler, öğrendiğim bilgiler falan var elbette ama… onlar da gerçek hayatta ne işime yarayacak ulan hocam?

Yoksa yoksa, gerçek hayat zaten tam da bu mu? Böyle ilerleyip sonunda bir gün daaaan! diye biten bir şey mi? Sanırım öyle.

Birazdan darı yemeyi planlıyorum. Otuz dakika içindeki amacım bu mesela. Evet yahu, belki de bu şekilde ilerleniyordur. Adım adım. Minik hedefler dâhilinde. Evet.

Ergenesque hayat sorgulamalarım üstteki paragrafta bitti.

Yapmam gereken pek çok şeyi yapmalıyım artık. Bu dağınık yazıdan çıkacak sonuç bu olsun.

Bir de, kendimi biraz daha iyi hissetmeye zorlamalıyım. Bu. Bunlar. Bu kadar. ♣

Taşıran Damla

Gün gelir bir sürü şey
Zoruna gitmeye başlar gerçeğin
Yenilgiler de birikir ilenç de
Kentlerin sarı gözeneklerinde
Zoruna gitmeye başlar gerçeğin

Cemal Süreya‘nın Taşıran Damla‘sını okurken ister istemez gözlerim doluyor, zira bu şiirin bizatihi kendisi de içimdeki iğne uçlu duygular için bir taşıran damla.

Çok öfkeliyim ben uzun zamandır. Son bir yıldır. Son bir yıldır çok öfkeliyim ben. Üstelik bir zamanlar, sinirleri ince ince alınmış bir insandım ben. Ama onlar eski takvime göre ayarlanmış. Şimdiye uzaklar.

Peki son bir yılda ne oldu da bu hale geldim ben? Neden neredeyse her durumda, bir bardak suda fırtına koparıyorum? Ben Mikail miyim? Neden sürekli gözlerim ateş saçıyor, neden sürekli hiddetliyim, neden her doğru söze eğri bir yanıt veriyorum? Neden?

Ah bir bilsem!, diyordum kendi kendime bir süredir. Oysa fark ettim artık. Başta da belirttiğim durum hayli ayyuka çıkmış halde artık.

Yaşantıma yeni eklenen her şey, her tatsız olay, taşıran damla mertebesine yükseliyor otomatikman. Çünkü gerçekten içimde pek bir yer kalmadı. 45 metrekarelik vicdanımda, milyonlarca hatıra, üzüntü, kızgınlık vesair ile birlikte, tıklım tıkış oturmaya çalışıyorum bir süredir. Üstelik eşyaları da çıkarıp atamıyorum zira pencereler bir hayli küçük. Yok belki de!

Tahammül sınırlarımdayım artık. Her şeye karşı. Her şeye karşı tahammül sınırlarımdayım artık. En küçük söz bile içime giremeden, o bekleme salonundan dönüyor. İçime işleyemiyor, ki ben de onun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlayamıyorum. Geldiği gibi sekerek dönüyor. Ama o bekleme salonu kurşun geçirmez yelek etkisi yapıyor; mermiyi böğrüme yemiyorum ama vurduğu yer feci morarıyor.

Acıtıyor. Zarar veriyor.

Peki ya beni öfkelendiren insanlar? olaylar? şeyler? Onların hiç mi suçu yok? Hep mi hep ben büyütüyorum her şeyi? Maalesef bunun yanıtını; hangi durumda haklı, hangi durumda haksız olduğumu bu aşamada bilemiyorum. Bilemiyorum çünkü arınık değilim. Benim kafam güzelken, karşımdaki sarhoş mu, nasıl bileyim?

Bu damlalara dair ne yapabilirim bilmiyorum. İçimi nasıl boşaltabilirim, düşünüyorum. Ama en azından artık düşünüyorum ve teşhisi de koydum diyebilirim. Yine, yeniden, bıkmadan: Maziye dair bir ferahlamaya ihtiyacım var. Evet, daha önce bununla -belki de sayısız kez- barıştım. Lâkin yetmiyor demek ki. Doymuyor canına yandığımın mazisi, elimdekileri zehirlemeyi sürdürüyor. Belki de onunla barışmak yerine ondan tamamen kurtulmanın yolu gerekli artık.

Şöyle tertemiz bir hafıza kaybı, hadi o olmasa da, birazcık bad sektör için neler vermezdim! Defrag tutmaz disklerimi silip atardım, low-level formatlara girişirdim.

* * *

Her şeyin olduğu gibi bunun da tedavisi bende. Daha az öfkelenmek, hatta belki yeniden, pek öfkelenmeyen birisine dönüşmek güzel olabilir. Hayat kalitemi ciddi anlamda etkileyen bu illet, beni yıpratmakla kalmıyor, çevremdekileri de üzüyor. Hakikaten, öfkeyle kalkan zararla oturuyor, zira öfkeyle kalkan insan, ruhunu iskemlede bırakıyor. Ayaktayken ruhsuz olunuyor, ruhsuz olunca da insan olunmuyor.

21 gram için birbirimizi kırıyoruz şurada.

Nihayet-siz bir yazı daha. Ancak bu kez amacı ûlvi. ♣

Just-a-drop-in-the-ocean

Şans Falan.

Bu kadar olayın üzerine ne yazayım, ne diyeyim; bilemiyorum, şans üzerine. Şans dediğin şey zaten son derece sanal. Elle tutamıyorum, gözle göremiyorum; zaman zaman kıçıma giriyor ama o durumda bile delicesine hissedemiyorum. Beş duyuyla algılanamayan şey, var mıdır? Şans, tanrı mıdır?

Onu da bilemiyorum. Ama bu aralar emin olduğum bir şey var: Aşırı şanssızım. Aylardır süren iş arayışım, sonunda -çürük de olsa- meyve vermişti, oysa son birkaç gündür süregelen gelişmeler ışığında net bir şekilde görebiliyoruz: Bu da yalan oldu, dergi kapandı, gemi battı, deprem oldu, vesaire. Bir kez daha işsizim.

Üstelik daha da ciddi bir sıkıntı var; çalıştığım kadarki kısmı da alamama riski altındayım. Ala-mamma-mia!

Bak mesaj veriyorum; insan şansını kendisi yaratır demeye getiriyorum!
Bak mesaj veriyorum; insan şansını kendisi yaratır demeye getiriyorum! Güldürmeyip üstüne bir de düşündürmeyen blog!

Peki. Kişisel problemlerimle kimseyi sıkmak niyetinde değilim; her ne kadar ta en tepede ‘kişisellikte çığır’ gibi bir slogan kullanmış olsam da. Kaldı ki çalışma hayatına ilişkin bu tarz sorunlar, bu ülkenin olmazsa olmazı. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek. O yüzden sıradan bir iş için bile ‘aa harikaymış bu lan’ deyip yamanıyoruz hemen.

O yüzden dertlerimi tümevardırmak niyetinde değilim. Ayemnat so speşıl aftır ol. Yine de buradan yola çıkarak anlatmak istediğim başka bir şey var, o da şu başta belirttiğim şanssızlık teması.

[Ah ulan, ah be… Şu kendi halinde blog, bu şans ve şanssızlık temasından ne çekti be arkadaş. WordPress’in dili olsa da konuşsa! O bile illallah ederdi benim saplantı haline getirdiğim konulardan. Gerçi etiketler bu yüzden varlar, değil mi? Merak etmeyin hiçbir yere etiket bulutu koymadım. Ben de merak etmiyorum fazla. Aynaya baktıkça siktiri çekerim kendime.]

Yaklaşık üç senedir -ama 2015’in ikinci çeyreğinden sonrası bunun dışında kalıyor- kendimi çok şanslı sayan birisiydim ben. Hakikaten de öyleydim. Olayları başka şekilde algılayıp başka şekilde yorumlamaya başlayınca, hayatım da ani ve kesin bir biçimde değişmişti. Şaka şaka. Yani, ani ve kesin bir biçimde değişmemişti, aksine yavaşça ve temyiz yolu açık şekilde değişmişti. Ama değişmişti ulan!

Yaptığım seçimler isabetli oldukça şansım arttı, şansım arttıkça da daha doğru seçimler yapmaya devam ettim. Yani bir süre sonra tam anlamıyla, içinden çıkmaya yeltenmeyeceğim bir kısırdöngüye girmiştim. Güzeldi her şey. Yolundaydı.

Evet, eksikler vardı ama -kimin yok ki lan!

İçten içe bu şanslı dönemin sonsuza dek sürmeyeceğini de biliyordum aslında. Hatta uzun süre mutsuz ve umutsuz kalmış insanların daha iyi anlayabileceği gibi; her güzel şeyde bir kötü yan arıyor, herhangi basit bir emare görünce de “hah, işte sonunda bozuluyor şansım,” diye iç burkuyordum. Fakat bir süre sonra bu his bile geçti.

Mutlu mesut yaşadım, -sanal mutlu insanlar gibi- çoğunlukla tükettim. Ta ki bu senenin başına kadar. (Bu “ta ki” kalıbını da hiç sevmiyorum. Nereye koysan eşek organındaki sinek gibi kalıyor.) Önce saçma sapan bir şekilde, bir dostumla kavga ettim; ardından, şu anki temel sorunlarımdan birisi, parasızlık, adeta ucundan baş verdi. Türkiye’ye dönme zamanımın gelip çatmış olması ise (ehm, yurtdışında yaşadım lan ben beş ay, ahaha), elbette her şeye tuz biber ekti. Bende tansiyon var lan belki de; tuz, olmadı işte.

Bununla birlikte dönüşümün hemen akabinde, eksikliklerimden en büyüğü, belki de tek eksikliğim, romantik bir biçimde ortadan kalktı. Ancak sanki o, diğer her şeyin diyetiymişçesine, elimde sadece o kaldı.

Neyse ki o kaldı.

Diyerek bu günlere uzandık. Ve şimdi, tam belki biraz düzelir derken, başta bahsettiğim durum ortaya çıktı. Çıkıyor. Genel olarak 2015 böyle geçiyor. Ama neyse ki o da bitiyor (merak etmeyin, bu şekilde kendimi kandırmaya niyetim yok; tanrının, yılları 365 günlük parçalar biçiminde ayırmadığının bilincindeyim. —Tanrı derken?)

Ben ne anlatıyordum yahu? İçerikten ve amacımdan bir hayli koptum sanırım, bu işleri biraz unutmuşum. Neyse, nereye giderse oraya giderim ben de. Hâlâ okuyor musunuz yahu?

Peki. Şans falan diyordum, evet. Şansın yanardöner bir şey olduğunu biliyorum. İzmir’deki uzun -ve tekdüze- hayatımın da çok kısa bir dönemi şanslı geçti zaten. O yüzden belki de karma bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordur; belki artık İzmir, bitmiştir. Ve belki de içinde bulunduğum şanssızlık aslında benim şansımdır.

Karma is a bitch.

Ya da belki sadece kendimi kandırıyorumdur. Bu çok daha olası lan.

Jason Lee'nin sakallı hali beni andırıyormuş lan.
Jason Lee’nin sakallı hali beni andırıyormuş lan.

Karma dedim ya. Dedim çünkü son birkaç haftadır My Name Is Earl maratonu yapıyorum, tekrardan. Zaten ne zaman ümitsizliğe düşsem açar bakarım ona biraz. Earl Hickey kadar karma takıntım falan yok, zaten inanmıyorum da karmaya; yani düşünsenize, o kadar olaya rağmen adam (lafın gelişi ya) hâlâ Beştepe’de, sarayda oturuyor. Nerede ulan karma!? Yok. Ama Earl’den öğreneceğimiz çok şey var, bu kesin. Mesela çabalamak. Mesela pozitif bakmak. Şansı yaratmak, belki tıpkı benim de yaklaşık üç sene önce yapmaya başladığım gibi. Şans yaratmak. Bu nasıl olur demeyin; ben ne bileyim ulan. Ama bir şekilde, nasıl ortaya çıktığı bilinmeyen bir güç (tanrı değil) çıkarıyor bu şevki bazen… ve bam! Bir de bakmışsın şanslı ve mutlusun. İşte o an çıktığı an, anan bile çağırsa duracaksın. O âna tutunacaksın tamamen, ki bahsettiğim kısırdöngüye girebilesin.

Karma is a funny thing.

Hay küfredeceğim şimdi alıntına.

Neyse. Bu yazıyı hiç sevmedim, başı sonu yok, bilinçakışı tekniğine tecavüz etmişim gibi duruyor buradan bakınca. O yüzden hiç yayınlayasım da yok. Buna karşın tamamlayacağım zira nicedir bir yazıyı tamamlamadım.

Böyle “tamamlayacağım” falan deyince de, bir sonuç paragrafı yazacakmışım gibi oldu; ama hayır. Yazı bitti.

Tamam okumayın artık, vallahi bitti. ♠

Aaa şey bir de, söylemeyi unuttum; blogun tasarımını değiştirdim ben arkadaşlar, ki zaten fark etmişsinizdir. Bir hayli değişti. Benim gibi muhafazakar bir insan için köktenci bir değişim oldu. Ama sevdim ben lan iyi oldu. Tamam şimdi cidden bitti.

Budapeşte – Bir Girizgâh (ya da: Gerçeği Yadsımayı Bırakıp Özlemeyi Kafaya Nasıl Koydum?)

Önümde harita açık duruyor. Kaybolmadım. Özel bir yeri de aramıyorum. Ama haritaya bakmam gerekli yine de, çünkü hatırlamak istiyorum. Daha doğrusu unutmamak. Döneli bugün tam 73 gün oldu. Tam 73 gündür başka bir havayı kokluyorum yani, başka dediğime bakmayın, aslında en tanıdığım, bildiğim hava bu, ama benim için artık başka. Çünkü kendim buradaysam da, bazı organlarım orada kaldı. Kaldı ki iyi ki gittim, korkularıma rağmen gittim, korkularımla birlikte gittim.

“Öyle ya, yolculuğun değerini oluşturan şey korkudur. Yolculuk, benliğimizdeki bir tür iç ‘dekor’u yıkar. Yolculuk bu sığınaktan yoksun bırakır bizi. Sevdiklerimizden, dilimizden uzakta kalınca, tüm desteklerimizden kopup maskelerimizden yoksun kalınca (tramvay saatlerini bilmezsiniz, her şey de böyledir), kendi kendimizin yüzeyindeyizdir tümüyle. Ama bir de, ruhumuzu hasta bulunca, her varlığa, her nesneye, mucize değeri veririz. Düşünmeden dans eden bir kadın, bir perdenin ardından görülen bir masa üstündeki bir şişe: her bir imge bir simge olur.”

Beş aylık uzun ve kalın günlüğüm bu satırlarla açılıyor, Albert Camus’nün sözleriyle. Evet korka korka gittim ben de, korkak birisiyimdir çünkü. Ama korkunun ecele faydası olduğuna inanırım hem de her zaman. Korku sayesinde ihitiyatlı davranırız, korku sayesinde önlem alır, hayatta kalırız. Korku duygusu olmasaydı insan türü, bu kadar uzun zaman hayatta kalamazdı hatta. O yüzden korkarak gittim, korkarak döndüm. Korktuğum kadar yokmuş orası, ama burada hâlâ korkuyorum. Hiç bilmediğiniz bir yere gidebilirsiniz, bu yer yabancı bir ülke de olabilir. Hatta orada uzun süre kalabilirsiniz. Bunlar hayatta var. Ama gittiğiniz yerde birkaç aydan fazla kalır, üstüne bir de oraya alışırsanız, işler biraz yokuşa sürülebilir. Kilit kelime de bu belki: Alışmak. Her şey bunun altından çıkıyor, bütün sorunlar yine burada çözüme ulaşıyor. Ben oraya alıştım, orada olmaya alıştım. Oradaki yalnızlığa, kalabalığa alıştım. Oranın mutsuzluğuna da, sevincine de alıştım. En çok da, burada olmamaya alıştım. Umarım kabuğunu beğenmeyen civciv tadında olmuyordur dediklerim, ya da “abi yurtdışı çok başka yea” sığlığından uzaktayımdır. Hiç istemiyorum çünkü bunu. Şimdi elimden pek bir şey gelmiyor. Önümdeki haritaya bakıp iç çekiyorum. “Keşke” diyorum bol bol ki keşke kelimesinden oldum olası nefret etmişimdir. Ama keşkenin yanında “belki”yi de kullanıyorum bu kez. Belki diyorum, tekrar, yakında. Ya da uzakta. Ama belki. (Evet Cenk Abi, ben hep belki dedim.)

* * *

“Oktogon” diyor önümdeki haritada. Oktogon diye bir yer. Evet isminden de anlaşılabileceği üzere sekizgen bir meydan bu. Bir yanında McDonald’s var mesela, geceleri kafa güzelken alınan çizburgerlerin mekanı. Kertész Utca’da bizim ev. Kertész Utca çok yakın Oktogon’a, yürüyerek 3 dakika. Bunun girişinde işte, sağ taraftaki büyük beyaz apartman, numarası 42-44. Kat 1, aslında 2, ama 1 diye geçiyor. Caddenin sonuna kadar yürürseniz Blaha Lujza meydanına çıkıyorsunuz ki bu iyi bir şey. Oradan Enisler’e ya da Deniseler’e gidebilirsiniz. Kafiye için yazmadım, gerçek. Ayrıca oradan 4-6’ya binerek hemen her yere de ulaşabilirsiniz. Gerçi 4-6 Oktogon’dan da binebilirdiniz, ama olsun, canınız biraz yürümek istedi anlaşılan. Ha yoksa biniş kartınız mı eskidi? Sorun değil, yakalanmazsanız ben de söylemem. Oktogon, Deák Ferenc Tér, Margitsziget, Hösök Tere, Andrassy ve daha nice güzelim yer. Ve daha nice deyişim, bazı yerlerin isimlerini unutmaya başlamış olmamdandır, acı hakikat. Unutmuş da olsam hepsini özledim, hepsine alışmıştım çünkü. Hepsinde yürüdüm, gezdim, bol bol anı bıraktım. Şehrin kolektif hafızasına katkıda bulundum bol bol çünkü ben de diğer herkes gibi unutulmak istemedim. Fotoğraf çektim zaten bol bol, merak etmeyin, hem makineyle hem de beyinle. Ama beynimle çektiklerim nedense daha canlı. Beynimle çektiklerim jpeg değil sanki, gif. Sessiz, kısa ama hareketli, yaşam dolu. Hâlâ aktif minik volkanlar. İstediğimde görüyorum -kulağımda müzik.

* * *

İtiraf etmeliyim ki, bir gezi yazısı yazmak amacıyla başladım buna, Erasmus’ta neler yaşadığımı biraz olsun anlatayım, vesaire. Ama henüz gelememişim o kıvama, gayet anladım. Henüz hiç de nesnel değilim Budapeşte’ye karşı, hâlâ kendisine karşı ciddi duygular besliyorum, aşamadım onu. Bende bıraktığı iz hâlâ sıcak, taptaze; anlaşılıyor ki pek uzaklaşmış olamam! Öyle bir yazı da çıkacak ortaya biliyorum. Ama henüz değil. -miş. ♠ Bdpst

Gaspofobi

İlk kez, elimde olan bir şeyi -ki bu şeyin ismi mutluluk- kaybetmekten o kadar korkuyorum ki. Ellerim titriyor bu tedirginlikten. Her yanım evham sıvısına batmış gibi yapış yapış. Üşürcesine titriyorum ve hatalı davranıyor, saçmalıyorum. Oysa mutluluk insanda stres yapmamalıdır, değil mi?

Demek ki insani özellikleri sergileyemeyen kişi benim burada. Yani olayın mutluluk ile ilgisi yok, benim de mutluluk ile pek ilgim yok. Yok öyle değil anlatamadım. Zaten anlatamıyorum bugünlerde hiçbir şeyi.

Baştan alalım: Mutlulukla ilgim var elbette, mutluyum zira. Ama bünyemdeki mutluluk beni; ceketinin cebinde altınlarla suç oranı çok yüksek bir mahallede gece vakti yürüyen yeni köşeyi dönmüş bir zengin gibi hissettiriyor. Ne nasıl davranılacağını biliyorum, ne de zenginliğimin tadına varabiliyorum. Stresim, gerginliğim büyük.

Sırf bu yüzden belki, istemeden de olsa saçıp duruyorum altınları sağa sola, cebimden düşürüyorum, giderek yine fakirleşiyorum.

Buna çözüm bulmak hangi yolla olur peki? Sokaklarda mı yürümeyeyim? Ceplerimi mi boşaltayım, yoksa halihazırda hiç zengin mi olmayay(d)ım? Stresten kaçmak fakirliğe tekrar razı mı olayım?

Hayır, ama ikisini de aynı anda sağlayabileceğim bir yol elbette vardır. İşte o yolda yürümeliyim, o yolu bulup o yola gitmeliyim, o yol güvenli çünkü. İki yanında da güzel ve nezih binalar var, Ağaçlar var, huzur var.

Ama parayı düzgün kullanmayı da hiç öğrenemedim ki.

Ayrıca bu yazıda ne demek istediğimi ben anlasam yeterdi zaten. Ne dedim? Bilmiyorum, biraz uykuluyum. ♣