Kırk birinci yılında, kırk birinci kitapla*

Fantastik edebiyatın efsaneleşmiş serisi Diskdünya’nın tüm kitapları 2024 yılında Türkçeye kazandırılmış olacak. Bu uzun soluklu maceranın son perdesini, hafiften bir anlatıyorum.

Bundan tam kırk bir yıl önce, o sırada 35 yaşında –ve hayatının neredeyse tam ortasında– olan, orta boylu, hafifçe peltek, saçları daha o zamandan dökülmeye başlamış ama sakalları gür bir delikanlı, yayıncısı Colin Smythe’ın kapısını çaldı ve elindeki yeni taslağı verip kaçtı. O sıralar bir nükleer santralin basın bürosunda metin yazarı olarak çalışıyordu ama yazıyla arası hep vardı (hatta deyim yerindeyse, yazı ile kankalardı). Zaten çok daha önce, henüz on yedi yaşındayken de ziyaret etmişti aynı adamın ofisini ve o zaman ellerinde ilk romanı, Halı İnsanları vardı.

Fakat Halı İnsanları sadece öngösterimdi. Asıl film şimdi başlıyordu.

“Uzak, elden düşme bir boyutta, düz olsun diye tasarlanmamış bir astral düzlemde, kıvrım kıvrım yıldız sisleri dalgalandı ve aralandı…”

Diskdünya’nın ilk romanı Büyünün Rengi, bu sözcüklerle açılıyor. Ki bu sözcükler bile, neyle karşı karşıya olduğumuzu ilk elden anlatıyor: “Normal bir fantastik kitap olmayacak bu,” diyor, “sizi hiç düşünemeyeceğiniz, akla hayale gelmeyecek yerlere götüreceğim fakat bir yandan da, içinde bulunduğumuz dünyanın tüm nimetlerini kullanacağım, pek çok şeyle dalgamı geçeceğim, bol bol da güldüreceğim, çünkü… neden olmasın?”

Terry Pratchett, işte bu ilk cümleden son romanının son satırına kadar, 4 milyona yakın sayıda sözcükle insanları büyülemeye devam etti. (Gerçekten. Hatta karşılaştırma olsun isterseniz, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde beş yüz bine yakın, Harry Potter’da ise 1 milyon civarı sözcük var. Yani tamam, elbette kitapları kiloyla alıyor değiliz –gerçi itiraf edeyim ben bazen öyle de alıyorum– ama fantastik edebiyatın en uzun serilerinden birinin gerçekten de ne kadar uzun olduğunu, ne kadar büyük emek ihtiva ettiğini fark etmek de güzel.) Aslında bırakın 4 milyonu, belki 10 milyona bile dayanabilirdi bu sayı, zira üstadın aklında daha birçok fikir, hatta başlanıp yarım kalmış romanlar vardı. Fakat Sör Terry’nin yakasını bırakmayan Alzheimer, 2015’te onu bizden koparıp aldı. Sonra da, Terry’nin vasiyeti uyarınca, yarım romanlarının kayıtlı olduğu disklerin üstünden dozerle geçtiler, böylece Diskdünya serüveni sonsuza dek noktalandı.

Ama burada değil. Burada devam etti, ediyor. Ve hatta bitmeye yaklaşıyor.

Delidolu, yıllar önce verdiği sözü tutuyor ve 2024 yılı itibarıyla kırk bir kitabın kırk birincisini de yayımlıyor. Zaten iki tanecik kaldı: Önce, pek yakında, Ankh-Morpork Bekçi Teşkilatı’nın kumandanı –ve belki Diskdünya’nın da en sevilen karakterlerinden– Sam Vimes’ın son macerası, Burunotu geliyor. (Bu kitaba birkaç satır sonra değineceğim, söz.) Onun ardından da yaza doğru, hayatımıza son yıllarda giren ve yine pek sevilen, eskinin üçkâğıtçısı, şimdinin Postane Genel Müdürü ve Darphane Sorumlusu Nemly von Lipwig’in son serüveni; aynı zamanda rahmetlinin sağlığında yayımlanmış son kitabı, Buhar Kaldırmak var. Böylece, daha önce yayımlanmış olan Tiffany Sızı altserisinin –ve aynı zamanda tüm serinin de– son kitabı Çobanın Tacı’yla birlikte, Diskdünya’nın tamamı Türkçeye kazandırılmış oluyor.

Bu arada yeri gelmişken, Tiffany Sızı ile ilgili bir de parantez açayım, çünkü bazen kafa karışıklığı oluşabiliyor. [aç parantez] Tiffany Sızı altserisinin ilk dört kitabı –Küçük Özgür Adamlar, Gökyüzü Dolu Şapka, Kış Ustası ve Geceye Bürüneceğim– daha önce Tudem Yayın Grubu markasıyla basılmıştı; çünkü Tiffany Sızı serisi, Pratchett’ın aslen genç-yetişkin okurlara da yönelik yazdığı romanlardan oluşuyordu. (Keza, Muhteşem Maurice ve Değişmiş Fareleri de.) Fakat serinin tamamı Delidolu’da yayımlanmaya başlayınca elbette bu dört kitap –ve beşincisi, Çobanın Tacı da– buraya geçti. [kapa parantez] Yani aslında kafa karışıklığına pek mahal yok, her şey kontrol altında!

Ve evet, şimdi değinebilirim: Burunotu. Az önce de belirttiğim üzere Terry, özellikle son kitaplarını Alzheimer hastalığının pençesindeyken kaleme aldı. (Hayatı sözcüklerle, hatta sıfırdan yaratılan sözcüklerle geçen biri için şimdi onları unutmak nasıl bir eza olsa gerekti…) Bu aşamada da kendisine asistanı Rob Wilkins büyük destek oldu; metinleri dikte etti, kimbilir belki bazı kelimeleri hatırlattı, vesaire. O yüzden, özellikle son romanlarda en azından bazı kopukluklar yaşanmasını beklemek çok normal olmalıydı, hele de Terry’nin alametifarikalarından birinin de muhteşem bağlanan kurgular olduğunu düşünürsek… ama hayır. Olmuyor. Kendi adıma söylemem gerekirse Burunotu, Diskdünya’nın en iyisi değilse bile en iyi romanlarından biri. Okudukça, Terry’nin artık pek çok şeyi daha da rahatça anlattığını fark ediyorsunuz: dinler, tanrılar, soykırım, “kanundışı” kanun, “adil olmayan” adalet… Deyim yerindeyse, kalemini hiçbir şeyden esirgemiyor. Üstelik her zaman olduğu gibi, “derin” konulara girerken mizahı da yine ihmal etmiyor, ki zaten öyle yapsa, Terry Pratchett Terry Pratchett olmazdı. (“Derin” konular demişken… Aslında düşününce, ölümden daha ciddi konu olamayabileceğini fark ediyor insan ve o noktada akla, Terry’nin bizzat Ölüm’ü dahi antropomorfize ettiği geliyor; hem de hayat dolu kemiklerle donatarak!)

Her neyse… Kırk bir kitap boyunca, hatta aradaki yan kitapların da katkısıyla, içinde yaşadığımız dünyanın, bu bedbaht Küredünya’nın hemen her kurumunu, her kişisini, her tarihî olgusunu, her sanat akımını yani işte hemen her şeyini odağına alıp eleştiren, parodileştiren ve parodileştirirken giderek derinleşen bir külliyat var karşımızda. Yüzbinlerce paragraf, milyonlarca sözcük, atmosfere salınmış milyonlarca kahkaha… Dev bir külliyat, tartışma götürmez bir vakıa… O yüzden, bu dev şeyin minicik bir parçası dahi olmaktan müthiş mutluluk duymam gerektiği aşikâr. Her okurla ve her kitapla, buraya ilmek ilmek geldik. İyi ki de geldik.

Fakat bu bitiş, nihai bir bitiş gibi de görünmüyor. Arada yayımlanmış pek çok yan kitaba, minik maceralara, öykülere, kurmaca dışı eserlere, grafik romanlara, harita ve atlas kitaplarına ve hatta resimli çocuk kitaplarına sahip bir seri bu. Yani noktadan ziyade bir noktalı virgül koymuş oluyoruz. (Ya da belki üç nokta. Onun da gideri var.) Mesela yine çok yakında, seri bittikten sonra, Pratchett’ın az önce adını andığım sadık asistanı Rob Wilkins’in (ki Bekçiler altserisinde Sam Vimes’ın sadık yardımcısı olan Willikins’in, Rob Wilkins’i onurlandırmanın bir yolu olduğunu düşünmüşümdür hep) kaleme aldığı, Terry’nin resmî biyografisi geliyor: A Life With Footnotes. Ondan sonra da… Eh, ondan sonra yol açık, kaptırıp gitmek mümkün. Gideriz. Vefat etmiş bile olsa kitap yayımlamaya devam eden bir yazarımız var ne de olsa.

Çünkü üstadın da söylediği gibi, dünyada yarattığı dalgalar tamamen yok olmadan hiç kimse tam anlamıyla ölmez.

– – –

* Bu yazı ilk olarak 10haber.net sitesinde yayımlanmıştır.

Fareler, insanlar ve yalnız bir kedi

Diskdünya okurlarının merakla beklediği Muhteşem Maurice uyarlaması gösterime girdi. Peki film, serinin hayranlarını tatmin edebilecek mi? Kitabı yeterince yansıtıyor mu? Pratchett bu kadar iyi bir yazar olmayı nasıl öğrendi? Tekmili birden bu yazıda!

“Fareli Köyün Kavalcısı” masalını bilmeyen yoktur. Grimm Kardeşler sayesinde tüm dünyaya yayılan, aslen “hakiki bir efsaneye” dayanan, finalinde pek çok çocuğun ortadan yok olduğu ibretlik bir hikâyedir. İbretlik kısmı elbette kişiden kişiye değişir; kimi, kasabalıların yalancılığını eleştirir, kimi de günahsız çocukları alıp götürdüğü için Kavalcı’yı.

Fakat Terry Pratchett herkesi eleştirir. Hatta hem eleştirir, hem dalga geçer hem de sonunda, dalga geçtiklerine dair çözüm önerileriyle gelir. Eleştirilerini göze de sokmaz; Pratchett romanlarının özünde hikâye vardır çünkü ve anlattığı şeyi mizah kurallarını o kadar iyi kullanarak, o kadar başarıyla anlatır ki gülerken bir yandan da “yahu hakikaten be” diye düşünür insan.

İşte Muhteşem Maurice ve Değişmiş Fareleri de tam olarak böyle bir kitap. Üstelik, tüm o derin ve yetkin satırlarıyla birlikte, Diskdünya’nın kapılarını genç okurlara açmak gibi bir misyonu da var: Serinin 28.’si olmasına karşın gençler için yazılan ilk kitabı. (Ve Pratchett bunu da o kadar iyi başardı ki, bu eserle İngiltere’nin en saygın çocuk edebiyatı ödülü Carnegie Madalyası’nı kazandı.) Bu tam anlamıyla “yaşsız” roman, Maurice adındaki –daha doğrusu Muhteşem Maurice adındaki– düzenbaz kedinin, vicdani bir yolculuğa çıkarak tam bir kahramana dönüşümünü konu ediniyor.

Tabii Diskdünya’nın sıkı okurları tüm bunların farkında. Bilmeyenler içinse sürprizleri bozmamak adına konudan daha fazla bahsetmek istemiyorum. Zaten ben buraya bu eseri anlatmaya değil, övmeye geldim. Hem filmi, hem kitabı.

Türkiye’de 20 Ocak’ta, Muhteşem Kedi Maurice adıyla gösterime giren uyarlamayı izleme şansı buldum ve en baştan söyleyeyim, çok beğendim. Sadık Diskdünya okurları, ki en sadıklarından biriyimdir ben de, kitaplardan uyarlanan dizi veya filmleri pek beğenmezler genellikle; Diskdünya, uyarlaması zaten zor bir seridir ve uyarlamalar kitapların ruhunu asla eksiksizce yansıtamaz. Fakat bu filmin, hayranları tatmin edeceğine inanıyorum.

Her şeyden evvel, hikâyeyi doğru düzgün, orijinaline uygun şekilde anlatmayı becermiş senaristler. Elbette kaynak metinden farklılaşan uyarlamalar da yapılabiliyor ve çok güzel de olabiliyorlar ama Diskdünya özelinde, okurlar ilk olarak aslına uygun uyarlamaları tercih ediyor. Bu filmde de tabii ki, süreye sığmayacağı, küçük sinemaseverleri zorlayacağı ya da sinematik açıdan daha çarpıcı sonuçlar doğuracağı için birtakım ufak değişiklikler ve eksiltmeler söz konusu fakat film genel anlamda, çoğu yerde de cümle cümle, kitapla bire bir ilerliyor. Bir tek, Domuzpastırması isimli lider farenin filmde olmayışı üzdü beni; kendisi yaşlılık ile gençlik arasındaki, yani gelenekçilik ile değişim arasındaki çatışmayı yaratıyordu ve kitapta müthiş şekilde işlenmişti. Ama film, odağını buraya koymuyor.

Filmin odağında, daha ziyade çocukları hedeflediğinden, ahlak, etik ve vicdani sorumluluk gibi kavramlar var. Maurice sağlam bir dolandırıcı başta; köy köy gezip insanları soyuyor ve hatta, işine öyle geldiği için, yoldaş farelerine bile yalan söylüyor. (Yeri gelmişken, kitaptaki en bayıldığım alıntının filmde de yer almasına çok sevindim: “Kandırmaca, insanların hep yaptığı şeydir,” dedi Maurice. “İnsanlar birbirlerini kandırmayı o kadar severler ki bunu yapsın diye hükümetler seçerler.” Tipik Pratchett: ironi, komedi, hiciv.) Oysa, akıllandıktan sonra türlü içsesler kazanan fareler gibi Maurice’in de içinde yeni bir nida doğuyor: vicdan. Yani Maurice ile Değişmiş Fareleri, insan olmanın anlamını insanlardan daha iyi kavrıyor.

Şu içses olayını biraz daha irdeleyelim; filmin yer veremediği unsurlardan biri bu çünkü. Kitapta, gerek Maurice gerekse fareler daimi bir sorgulama, hesaplaşma hâlinde. Özellikle fareler yoğun bir varoluş sancısı çekiyorlar; bir anda akıllandıkları için hayatta ne yapmaları gerektiğini bilemiyorlar. Yardımlarına, çöpte buldukları bir çocuk kitabı yetişiyor. Bu kitap önemli, bu kitap onlar için “anlam” demek. Her şeyin anlamı. Hayatın anlamı. Hatta ölümün –ve dolayısıyla dinlerin– anlamı. Öldükten sonra ne olacağını, nereye gideceklerini bilmeyen, hatta ölümün farkındalığını yeni kazanan fareler için elbette yaşam çok daha değerli hâle geliyor. İnsanlarla bir arada, barış içinde yaşamanın düşünü kuruyorlar.

Sürekli zehirlenmekten yorgun düşmüş bir ahali için hiç de fena fikir değil bu; hele de intikamın peşinde sürüklenen Fare Kral’ın yanında…

Son olarak, kitapta da Grim Kardeşlerin (evet, tek m ile) akrabası olarak tanıtılan, Malicia Grim’den bahsetmeliyim: Senaristler bu karakteri hem anlatıcı hem de kahraman olarak tasarlayıp uyarlamanın getireceği sorunları zekice aşmış. Malicia başta bize bir hikâye anlatıyor (böylece dördüncü duvarı da yıkıyor), sonra hikâyeye dâhil oluyor; film boyunca da izleyiciye, hikâye anlatmanın türlü yoluna dair kurallar, terimler aktararak hem anlatıyı geliştiriyor hem de kendi karakterini zenginleştiriyor. (Gerçi Malicia kitapta da böyleydi; hayatı masal tadında yaşamaya uğraşıyordu: “Hayatını masala dönüştürmezsen, bir başkasının masalının parçası olursun.” Eh, kan çekiyor herhâlde.)

Özetle, film hakkında şunu söylüyorum gönül rahatlığıyla: Hem yetişkinlerin hem de çocukların çok seveceği bir yapım bu. Ve elbette, kitabın derinliğine tam olarak inememiş olsa da, Diskdünya okurlarını hiç üzmeyeceğini düşünüyorum. İçinde diğer kitaplara minik göndermeler, sürpriz karakterler ve hatta Terry Pratchett bile var ne de olsa.

Bir de son olarak… Kitaptaki cümleleri alıntılamışlar demiştim fakat en sevdiklerimden biri eksik kalmış. Ben buraya yazayım, ama çok daha fazlası için siz iyisi mi kitaba göz atın.

“Şey… ‘Gökyüzündeki Büyük Kedi’ diye bir şey yoktur herhâlde, değil mi?” diye sordu Maurice.

BENİ ŞAŞIRTIYORSUN MAURICE, dedi Ölüm. ELBETTE BİR KEDİ TANRISI YOK. ZİRA KEDİLERİN TANRILIK YAPMASI, ÇALIŞMAK OLURDU.

Not: Bu yazı ilk olarak Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır.

Çok özel türden bir büyü erbabı: Johnny Maxwell*

On iki yaşındaki bir oğlan ile arkadaşlarının, yer yer fantastik ama çokça bilimkurgusal maceralarını anlatan Johnny Maxwell serisi, “alt tarafı çocuk kitabı işte” deyip geçemeyeceğiniz eserlerden. Ama merak etmeyin: Kelime sihirbazı, ünlü üstat Terry Pratchett tarafından doksanlı yıllarda yazılmasına karşın inatla eskimeyen bu kitapların sahip olduğu özel büyüyü araştırmak için, en ünlü sihir okullarının bol zincirli kütüphanelerinde gece gündüz çalı… Neyse, tamam.

Not: Bu yazı, yazarının iç dünyası ve kişiliğiyle ilgili son derece gereksiz bilgiler içerebilir.

Şimdi gelip de bana Terry Pratchett’ın yazdığı şeyler arasında en sevdiğim şeyi sorsanız, aslında biraz haksızlık etmiş olursunuz. Zira çok uzunca bir süredir bu konuda nesnel olmam mümkün değil. Bazı kitapları, belki bazı öyküleri falan biraz daha az seviyor olabilirim, evet; ve zor da olsa bu şeyleri kenara almayı bilirim. Fakat sevmek söz konusuysa, hiçbirini birbirinden ayıramam.

Daha doğrusu, ayıramazdım. Johnny Maxwell serisine kadar. Bu seriden önce işim kolaydı, çünkü üstteki paragraf uyarınca “kararsızım” bahanesine sığınabiliyordum. Artık sığınamıyorum. Artık yanıtım belli: Terry Pratchett’ın yazdığı, hâlihazırda okumuş olduğum şeyler arasında en sevdiğim şey, Johnny Maxwell serisi. Hem de açık ara.

Elbette bu girişten sonra, bu kez de şöyle bir soru havada asılı kalabilir: “Onca Diskdünya öyküsü varken; nice güzel alıntı, orijinal karakter ve mizah varken, Sam Vimes gibi bayıldığın bir karakter varken ve dahi insanlığı mutlu etmek için yazılmış 41 tane kitap varken, neden Johnny Maxwell?”

Gerçekten, neden?

Aklıma gelen ilk cevap, en basit cevap, hatta belki de tek cevap şu: duygusu.

Tek kelimeden oluşsa da içinde koca bir derya barındırıyor bu kaçak görünümlü kelime. Ama buna geleceğim. Şimdilik sadece, serinin ilk kitabı İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’deki şu harikulade cümleyi koyuyorum buraya:

[Johnny ve arkadaşlarının] Tam olarak bir “çete” oldukları söylenemezdi, çünkü… eh, büyük bir cips paketini alıp sallarsanız, küçük parçaların hepsi bir köşeye toplanır.

Evet, sadece ve sadece bu ifade için bile baştan aşağı sevebilirim tüm seriyi ben; çünkü ben, çocukluğumu Johnny’yle birlikte doksanlı yıllarda yaşadım ve tıpkı Johnny gibi, cips paketinin dibinde kalmış o parçalardan biri oldum. Dramatize etmek için değil, duygudaşlık yaratmak için söylüyorum bunu; zira zoraki kurulmuş o arkadaşlık gruplarını pek çoğunuz gibi ben de yakından tanıyorum. O yüzden şimdi, tıpkı Johnny gibi, anlaşılmayı beklemek yerine harekete geçiyor, anlatıyorum.

On iki yaşındaki Johnny’nin aslında çok hüzünlü, naif, çaresiz bir velet olduğunu gayet iyi biliyorum mesela. Hatta büyük ihtimalle o, bizimkinden de zorlu bir hayat sürüyor: Anne-babası ayrı, annesi ilgisiz, yanında yaşadığı dedesi annesinden de ilgisiz, okuldaki hocaları ondan şikâyetçi, çünkü dersleri kötü, çünkü okulu sevmiyor, çünkü okuldaki “normal” çocuklar onu sevmiyor, çünkü o farklı. Bir tek işte, kendisi gibi ötekileştirilmiş “parçalar” bulmuş kendine, onlarla takılıyor: serseri ağabeyi yüzünden serseri çetelerin kucağına düşmesine ramak kalmış Bigmac; aşırı kiloları ve atanamamış inekliği yüzünden pek sevilmeyen Bıngıl; çok zeki, “hiç cool” ve maalesef(!) siyahi Yo-yok; her şeyde birinci gelmeye kafayı feci taktığı ve sürekli ders çalıştığı için artık hafifçe tırlatmış, hakiki inek Kirsty… Her bir üyesi birbirinden tamamen farklı ama bir şekilde zoraki birleşmiş tuhaf bir grup yani, Johnny’ninki.

Fakat bu grup, örneğin bir Ninja Kaplumbağalar ya da Dalton Kardeşler gibi, ağırlıkları nispeten homojen dağılmış üyelerden oluşmuyor. Bu grubunun asli olarak tek, doğal bir lideri var ve o da elbette Johnny. Hengâmenin içinde yapayalnız, çünkü onu en iyi anlayan arkadaşları bile aslında onu tam olarak anlamıyor.

Peki Johnny, tüm bu yalnızlığı içinde, hayatla nasıl mücadele ediyor? (Dikkat: Bu yeni ve daha mühim sorunun yanıtı, aynı zamanda tüm seriyi de doğuran nüve.)

Süre doldu. Cevap veriyorum: Hayal Gücü Büyüsüyle.

“Hayal Gücüyle Zorlukları Aşmak” konulu bir seminer serisi verilse veyahut bu temada bir kişisel gelişim kitabı yazılsa, Johnny Maxwell’den illa ki bahsedilirdi. En azından, ben bahsederdim.

Çocukken en sevdiğim (muhtemelen, en sevdiğimiz) oyun, “maceracılık” idi. Gerçekten; bazen bir arkadaşımla, kuzenimle veya kendimle baş başa kaldığımda “Hadi maceracılık oynayalım” cümlesini birebir kurardım. Bilirsiniz; maceracılık oyununun kuralları belirsizdir, değişkendir, gündeliktir ve son derece esnektir. Maceracılık, hemen her tür nesneyle (ya da tamamen nesnesizce) oynanabilir; legolarla, oyuncak arabalarla, iskambil kâğıtlarıyla, oyuncak askerlerle… Fakat en önemli, en olmazsa olmaz unsur hayal gücüdür bu oyunda. Maceracılık, sizi tüm bir gün boyunca meşgul edebilir ve hatta doyurucu bir seans da olmuşsa, rüyalarınızı bile süsleyebilir. Oynanışı da kolaydır: Kendinize bir rol biçersiniz, elinizin altındaki şeyleri kullanarak doğaçlama senaryoyu oluşturursunuz, hemen her ânı diyaloglarla süslersiniz –ki bu diyaloglar genellikle “Hayııııır! Dikkat et, dikkaaat! Bina yıkılıyooooor, çekil oradaaan!” gibi nidalar içerir– ve nihayetinde, büyük bir katarsis ve eğlenti duygusuyla oyunu bitirirsiniz (ve istemeye istemeye de olsa matematik ödevine falan dönersiniz). Maceracılık, ayaküstü film yapmak gibidir yani biraz. Senaristi, yönetmeni, yapımcısı ve oyuncusu sadece sizsinizdir ve dolayısıyla hayallerinizdeki Oscar’ları da hep tek başınıza göğüslemişsinizdir. (Bu arada, fark etmeden geçmemeli: Çocukken oynadığımız bu oyun aslında FRP’nin ta kendisi.)

Yani diyorum ki, maceracılık… Yani bu kendi kendinelik… Diyorum ki, bu yaratıcı maceracılık, Johnny Maxwell’in alametifarikasıdır:

Bilgisayarının başındayken Johnny, “İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin”i oynarken yani, uzun saatlerini tek başına düşünerek geçirdiği için oyununkinden daha fazla gelişmiş olan hayal gücü devreye girer mesela. Kendi senaryosunu, kendi rejisörlüğünü konuşturmaya başlar o anda. Uzaylıların onunla konuştuğunu hayal eder (belki), ve sonra da, orada yaşadığı kırılmanın ardından, hayalinin –ve kitabın– zoraki kahramanı hâline geliverir.

Ya da okuldan eve dönerken, eski mezarlığın yanından geçerken bir gün, birkaç hayaletin kendisiyle iletişim kurduğunu görür. Hayaletler ondan yardım ister ve Johnny de iyi yetiştirilmiş, düzgün bir çocuk olduğundan, onlara elbette sırt çevirmez.

Zamanda yolculuğu ise belki istemeden deneyimler en başta, fakat başladıktan sonra durmaz: Doğru zamanda doğru yerde olmanın önemini bilmektedir çünkü, çünkü daha önce kendi hayalinde de en zorlu kahramanlıklardan hep doğru dersler öğrenmiş olduğunu bilmektedir.

Kısacası Johnny, kendi hayalinin, kendi FRP’sinin, kendi özgün filminin kahramanı olarak ortalarda cirit atar hiç durmadan. Sever de bunu, zevk duyar; zira fark etmiştir ki hayat orada, kendi beyninin içinde birazcık olsun daha kolay. Böylece Johnny, koskoca kaçış edebiyatı külliyatını bile öncelikle kendi kendine deneyimlemiş, öğrenmiş olur.

Yani aslında Johnny… Yani, maceracılık diyorum yani, doksanlar çocuklarının telmaşa kaynaklarının sunduğu yegâne kaçış imkânıydı diyorum.

*

Johnny Maxwell serisinin ilk kitabı 1992 yılında yayımlandı. Körfez Savaşı yeni bitmişti, insanlık ilk kez televizyondan canlı yayınlanan bir savaş izlemişti, bilgisayar oyunları biraz gelişmişti ama her şeye rağmen insanlar bu kadar bireyselleşmemişti. O zamanlar, hepimizin hatırladığı gibi sokak oyunları vardı, ev oyunları vardı, kaliteli çocuk programları vardı, geleceğe dair çocuksu ve coşkulu hayaller vardı [ve birtakım başka doksanlar güzellemesi daha: “Hayır hayır, eminim 90’lardayız,” dedi Kirsty. “Tarihte, mor-yeşil eşofman giydiğiniz için kazığa bağlanıp yakılmayacağınız tek dönem bu, değil mi?”]. Baskılanmayan, daha da önemlisi yönlendirilmeyen bir hayal gücü vardı. Dolayısıyla Johnny de o dönemin bir tezahürü olarak karşımıza çıktı ve hepimize, çocukluğumuzdan kopup gelen nostaljik bir dost gibi yaklaştı; hatta çoğu zaman, sırları dökülmüş bir ayna tuttu yüzümüze.

Ve bu kitap, senelere meydan okumayı başararak (ve tabii, dövüşmekten ve öldürmekten bıkmayan insanlığın da sayesinde biraz) bitimsiz bir savaş karşıtlığı anlatısı kurmayı başardı:

Johnny ansiklopediyi yerine koydu ve televizyonu açtı. Çok, çok tuhaftı… Düşmanın elindeki savaş esirlerinin, bombalanması muhtemel binalara yerleştirildiği söyleniyordu. Adamın biri, bu yüzden kendi askerlerini vurabilecekleri ihtimalinden bahsediyordu. “Barbarca bir şey bu,” diyordu. “Barbarca” diyordu. Stüdyodaki herkes de onaylıyordu.

Salt savaş karşıtlığı değildi tabii ki bu kitabı ortaya çıkaran şey; fakat özünde yatan şey buydu. İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, yalnız bir çocuğun renkli hayallerine sığınarak, hüzünlü bir mizah yoluyla –ki bazıları buna “trajikomik” de der– anafikrini herkese, en önemlisi de küçük bireylere anlattı.

İkinci kitap Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin ise hemen bir sene sonra, 1993’te çıktı. Bireysel dertleri vardı yine Johnny’nin; fakat toplumsal dertleri de artık ağır basmaya başlamıştı. Çünkü büyük ihtimalle Terry Pratchett da fark etmişti yarattığı karakterin gücünü. O yüzden, hemen her konuda olduğu gibi sosyal sorunlarda da bizden birkaç onyıl önde olan Avrupa’nın o sıralarda yaşadığı sorunu bu vasıtayla gündeme getirmekte bir beis görmedi: Kentsel dönüşüm canavarının, tüketim kültürünün açgözlülüğü. Kitaplarında bolca yer verdiği alışveriş toplumu eleştirisini –örneğin Tırpanlı Adam başlı başına bunun üstünedir– bir de çocukların gözünden, çocuklara anlatmak istedi Pratchett ve bunun için elbette, Johnny’den daha iyi bir elçi bulamazdı kendine. Şehrin mezarlığını, yani şehrin hafızasını, kentin belleğini yıkıp yerine bir kompleks yapmak isteyen holdinge karşı Johnny, yanına mezarlığın hakiki sakinlerini de alarak amansız bir savaş verdi. Çünkü ne de olsa, “mezarlıklar, yaşayanlar için var olan yerlerdi.”

“Buradaki kâğıtlarınızda, mezarlığın zarar ettiği yazıyor,” [dedi Johnny.] “Ama bir mezarlık, zarar edemez. O bir şirket falan değil. O yalnızca… vardır. Arkadaşım Bigmac diyor ki, sizin zarar dediğiniz şey, üzerine bina yapılacak arazinin değeriymiş yalnızca. Birleşmiş Kaynaşmış Pekişmiş Holding’den alacağınız ücretler ve vergiler falan. Yani, var olmayan bir para. Ama ölüler vergi ödeyemez ve bu yüzden de onların sizin için hiçbir değeri yok, değil mi?”

Üç yıl sonra, 1996’da, Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin ile bizi bir kez daha savaşa soktu Johnny; fakat bu seferki, insanlığın şimdiye kadarki en büyük felaketiydi. Bir alışveriş arabasıyla zamanlar arasında gezinebilen kadınla, yani kentin “delisi” Bayan Tachyon’la karşılaşınca çocuklar, istemeden de olsa İkinci Dünya Savaşı’na gittiler ve bilerek ve isteyerek, geçmişteki o büyük bombardımana el attılar. (Tabii bu arada paralel evrenlerle uğraşmaktan falan da geri kalmadılar, fazla şey etmeyin.)

Yaptığınız her şey, her şeyi değiştirir. Ve ne zaman ki zamanda yer değiştirirsiniz, bıraktığınız zamandan biraz daha farklı bir zamana dönersiniz. Yaptıklarınız, belirlenmiş olan tek geleceği değiştirmez, geleceklerden yalnızca birini değiştirir.

Ama işte, doğru şeyi yapmanın önemi dedik ya… Geleceği tümden değiştirme ve hatta kendisini imha ihtimaline rağmen Johnny, doğru olduğunu bildiği şeyi yapmaktan geri durmadı, duramazdı. Çünkü Johnny’nin ahlaki üstünlüğü tam da buradaydı: Gerçekten de çoğunluğun iyiliği ekseninde düşündü her zaman, öyle davrandı.

Yani Johnny, her türlü ahval ve şerait içinde dahi etik duruşundan, hümanist yanından ve idealizminden taviz vermedi, her zaman doğru bildiğini yaptı, sesi çıkmayanlar için sesini yükseltti, yeri geldiğinde hırsla ve kararlılıkla tepindi. O yaşlarda bir çocuk için hiç de kolay bir şey değildi tüm bunlar üstelik; fakat o, yenilse de pes etmedi. Evet, gerçek biriymiş gibi bahsediyor olabilirim Johnny’den, farkındayım, ama… o zaten gerçek biri. O kadar hakiki, o kadar iyi yazılmış, o kadar yaşayan bir karakter ki, salt sözcüklerle işleyen küçük bir maddeleşme büyüsü öğrenseniz, onu kanlı canlı şekilde, tam karşınızda cisimleştirebilirsiniz.

*

Aslında Johnny Maxwell serisini bu kadar “ciddileştirmek” istemiyorum; öyle yapmışım gibi göründüyse de özür diliyorum. Yani tamam, kitapların “anlattığı” şeyler elbette bu kadar ciddi, bu kadar doğru ve dolu; fakat yalnızca bunlara odaklanırsak ve “söyledikleri” şeyleri es geçersek, gerçek değerlerine de ihanet etmiş oluruz.

Her şeyden önce, tüm dünyada kabul gördüğü üzere, bir güldürü ustası tarafından yazıldı bu kitaplar; hatta Terry Pratchett’ın, fantezi yazarından ziyade bir mizah yazarı olduğunu iddia edenler bile var (mesela ben). İngiliz mizahı denen şeyin tam kalbinden gelen; çocukluğu boyunca kütüphanelerde gezen ve klasikleşmiş hiciv dergilerini hatmeden; Terry Giliam’la, Terry Jones’la (bu Terry isminde bir şey var sanırım), Peter Sellers’la büyüyen biriydi Pratchett ve dolayısıyla, mizahın kodlarını en doğru şekilde uygulamayı öğrendi. Hem de daha en başından. İlk kitaplarında, ilk öykülerinde bile kahkahayla güldürebilen biriydi. Tıpkı Johnny gibi Terry de doğru yerde, doğru zamanda durmayı bildi ve mesela o yüzden, punchlineları en gerekli, en uygun yerlere yerleştirebildi. Öte yandan Terry, gruplara ve güruhlara ses vererek de kariyeri boyunca müthiş bir iş çıkardı. Gerçekten. Diskdünya kitaplarına ya da yazdığı diğer her şeye bakarsanız, üç beş kişiden oluşan topluluklardan harikulade malzemeler yarattığını ve bunu sürekli olarak yaptığını görebilirsiniz: Görünmez Üniversite’nin akademik kadrosu, Taze Başlangıçlar Kulübü üyeleri, tabii ki ve tabii ki Koçbaşı Dağlar cadıları, Ankh-Morpork’un dilenciler ekibi, Cohen’in Gümüş Ordusu… ve elbette, Johnny ve saz grubu.

Hayat ve gönül adamı Pterry.

Johnny ve arkadaşları, her ne kadar beş kişiden oluşsalar da, mesela Rule of Three’nin kodlarını taşırlar; ve her biri de başlı başına birer karakter olduğu için, bunu başarıyla yansıtırlar. Yani örneğin Bigmac’in bir diyalogda ne söyleyeceğini de, Yo-yok’un ona nasıl yanıt vereceğini de tahmin edebilirsiniz ve böyle bir durumda iki açıdan da kazançlı çıkarsınız: Ya gerçekten de tahmin ettiklerinizi söyleyip size zihinsel, mini bir katarsis yaşatırlar ya da tamamen farklı cümleler sarf edip sizi ters köşeye yatırırlar.

Aslında, işin bu güldürüsel matematiğini tam anlamıyla açıklamak için Terry Pratchett mizahı hakkında en azından bir makale yazmak gerekir, zira derine indikçe küçük ayrıntılar büyüyor ve anlatması zor hâle geliyor (denedim, oradan biliyorum). Fakat, bu yazı için kitapları şöyle yeniden bir tararken tekrar gözüme çarpan şeyi de tam olarak buraya eklemek uygun olacak: Gerçekten ama gerçekten, bazen üç ya da dört sayfa dahi sürebilen bitmek bilmez goygoylarına hayranım bu çocukların. Bilemiyorum, belki 90’lı yılların etkisi yine, ne de olsa Johnny de tam anlamıyla “ansiklopedi okuyarak büyümüş bir çocuk”; ama bu goygoyların salt komiklik değil bilgi ve ilgi de içeriyor oluşuna hakikaten bayılıyorum:

“Hayaletler ha?” dedi Yo-yok, Johnny tamamen döküldükten sonra.

“Yoook,” dedi Johnny kararsızca. “Hayalet lafını hiç sevmiyorlar. Bir sebepten, onları kızdırıyor. Onlar yalnızca… ölü. Sanırım bu onlar için, insanlara özürlü ya da gerizekâlı denmesi gibi bir şey.”

“Siyaseten yanlış,” dedi Yo-yok. “Evet. Bir yerde okumuştum.”

“Yani… onlara mesela… şey mi dememizi istiyorlar…” Bıngıl durup düşündü. “Mesela… yaşlı-ötesi-vatandaşlar?

Nefessel açıdan engelli?” dedi Yo-yok.

Dikey-açıdan-dezavantajlı,” dedi Bıngıl.

“Nasıl yani? Kısa boylu mu demek istiyorsun?” dedi Yo-yok.

“Yok, gömülmüş anlamında,” dedi Bıngıl.

Bakın bu diyaloglar 1993 yılında yazıldı; kimsenin daha “duyar falan kasmadığı” dönemlerde yani.

*

Etik değerler, hümanizm, savaş karşıtlığı, kent hafızası, bireyselleşme, yalnızlaşma, mizah… Daha başka neler olabilir ki, diye sorabilir insan, alt tarafı üç kitapta. Hah… Söz konusu edip Terry Pratchett’sa, çok kesin bir yanıtı atlamaya kimsenin gönlü elvermez, hiç merak etmeyin:

Atıflar.

Klasikleşmiş, artık herkeslere mâl olmuş romanlara, filmlere, dizilere, kişilere falan selam çakmak, gönderme yapmak, atıfta bulunmak, onları hicvetmek veya parodileşitirmek ya da işte, ismine ne derseniz deyin, bu işle haşır neşir olmak; her şeyden önce çok zevkli bir şey. Yeri geldiğinde hepimizin bir ölçüye kadar (bilgimizin ölçüsüne kadar) yaptığı, yapmaktan keyif aldığı bir mizahi yol. (Inside joke kavramı bile buradan doğmuş sayılır; izlediğimiz filmlerdeki replikleri birbirimize tekrar tekrar tekrarlayıp gülmüşlüğümüz az mı?) Terry Pratchett gibi bazı yazarların ise bu işi ustalık seviyesine taşıdığı gayet açık. Yalnızca Diskdünya kitaplarındaki göndermelerden oluşan bir kitap yapsak, ortaya hayli irice bir kitap bile çıkabilir. (Bir dakika, bir dakika… fena fikir değil yalnız.)

Johnny Maxwell serisinin bu konudaki kendine haslığını ise vurgulamak gerekir. Pratchett, bu üç kitap için seçtiği konularda öyle zekice ve “derli toplu” davranmış ki, nereye hangi cümleyi “göndereceği” âdeta kendiliğinden ortaya çıkmış. Mesela, ilk kitap İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin elbette başlı başına bir uzay bilimkurgusu olduğundan, Star Wars serisi, Alien filmleri, Close Encounters of the Third Kind, (oradan bir “plaseyle” Indiana Jones) ve Star Trek gibi yapımlara ve hatta “Space Invaders” adlı antik bilgisayar oyununa, çakı gibi selamlar çakıyor, tekmil veriyor. İkinci kitap Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin’de ise, hiç şaşırtıcı olmayan bir biçimde, ünlü korku ve hayalet filmlerine rastlıyoruz: The Exorcist, Poltergeist, A Nightmare on Elm Street, The Silence of the Lambs, Night of the Living Dead; hatta Michael Jackson’un Thriller klibi! Peki, Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin için neler denebilir? Tahmin etmesi pek zor değil: Jurassic Park (kehribarı unutmayın!), Timecop, The Terminator, Twelve Monkeys, Back to the Future, The Time Machine; bu filmlerin yanı sıra “Dede Paradoksu”, “Cassandra Sendromu” gibi olgular… Ki bu saydıklarım tamamı değil, yalnızca bir kısmı. Ve bunlar metnin okumayı sekteye uğratan değil, zevki artıran kısmı.

Göndermeleri, özellikle de çocuk kitaplarında değerli buluyorum. Zira bunlar en çok, tam da en baştaki unsura hizmet ediyorlar: Tamamen, hayal gücünü körüklemeye yarıyorlar. Bizi biz yapan şeylerin arasında okuyup izlediklerimiz, dinleyip araştırdıklarımız da var ve o yüzden, tek bir gönderme bile tek bir çocuğun zihninde yeni bir kapı açıyor, yeni fikirler aşılayıp onun düşünmesini sağlıyorsa, benim için yeterliden de ötedir.

Ayrıca, genel kültür de oluyor tabii. Ortamlarda falan… İşe yarar yani.

*

Bu yazıyı haftalardır yazıyorum. Gerçekten. Baktım, 10 Aralık 2019’da başlamışım. Bitmiyor, bitmedi. Bazen öyle oluyor. Bazen, içine çok girdiysem ve girdikten sonra da çıkamadıysam, öyle oluyor. Her şey, tüm fikirler üst üste geliyor, kafa karışıyor, cümleler devrikleşiyor, yeni kelimeler türüyor, bazı eskileri esrikleşiyor, vesaire… Fakat, galiba artık bitti. Bu kez bitti gibi. (Birazdan tekrar dönüp bir bakacağım ama. Emin olmak gerek.)

O yüzden, kapanış mahiyetinde son bir paragraf daha eklemem gerekirse bu hâlihazırda fazlaca uzamış olan yazıya, şunu söyleyebilirim:

Johnny Maxwell’i tanıyın. Johnny Maxwell’i, savunduğu şeyleri, temsil ettiği şeyleri sevin. Çünkü Johnny Maxwell, iyi bir insan.

(Evet, baktım. Bitmiş.)

* Bu yazı ilk olarak edebiyathaber.net‘te yayınlanmıştır.

Parodinin (Koçbaşı) Dağlarında: Terry Pratchett ve Diskdünya

Diskdünya serisi, 40 yıl önce başladığı edebi yolculuğunu bugün hâlâ (hem de maalesef artık “kaptansız”) sürdürebiliyorsa, bunu hiç şüphesiz özgünlüğüne, üslubuna, büyük konuları basitçe anlatabilmesine ve zamanının çok ötesindeki mizah anlayışına borçlu.

Fantastik edebiyat denince akla ilk gelen şeyler genellikle aynıdır: kahramanlar, büyücüler, cadılar, elfler… Uzun, edebi yıllar boyunca kodlanmış bu unsurlar, anlatıların içinde oradan oraya savrulurlar, kendilerini ya da kendilerini kendileri yapacak macerayı arar dururlar. Sonra bulurlar, dönüşürler, belki biraz ders verirler ve nihayetinde, okurlarının “kaçışlarına” yardım ve yataklık etmiş olmanın haklı gururunu yaşarlar.

“Kaçış edebiyatı” tabiri, fantastik edebiyatla iç içedir.

Neyse ki bu tabirin kötücül anlamları artık tedavülden kalkmış gibi. Eskiden, daha ziyade olumsuz manalar yüklenen bu tanımlama şimdilerde fantastikten bilimkurguya pek çok türün tanımsal çatısını oluşturuyor bile denebilir. Ve doğru ellerde kullanılırsa harika bir şeye de dönüşebilir: Hayal gücünü yüceltir, hemen her şeyi eleştirir; üstelik, mesajını doğrudan göze sokarak vermemesini de bilir.

Bu eserlerin her biri, bu görevi kendilerine has yollarla gerçekleştirir: Kimisi yarattığı dünyanın harikalarıyla, kimisi harikulade betimlemeleriyle, kimisi baştan sona alegoriyle yapar.

Diskdünya, baştan sona kahkahayla yapıyor.

“Uzak, elden düşme bir boyutta, düz olsun diye tasarlanmamış bir astral düzlemde, kıvrım kıvrım yıldız sisleri dalgalandı ve aralandı…”

Neredeyse 40 yıl önce başlayan ve 41 kitaba erişen fantastik Diskdünya serisinin ilk cümlesi bu. Devasa bir uzay kaplumbağasının kabuğundaki dört filin sırtında dönen, tamamen büyüyle işleyen, tepsi kadar düz bir dünya burası. (Ama inanın, Düz Dünyacıların tüm iddialarından daha gerçekçi fizik kurallarına sahip.) Ve fantastik edebiyata dair her unsur tabii ki burada da mevcut; fakat buradakiler biraz… farklı. Klişeden fersah fersah uzaklar. Çünkü bu dünya, onlarla dalga geçmek için var.

Örneğin burada da var kudretli sihirbazlar; hem de kadim bir üniversitenin yerleşkesinde, karanlık dehlizlerde. Yalnız, harekete geçebilmeleri için önce sofradan kalkmaları gerekiyor. Ya da epik kahramanlar, tıpkı tüm diğer epik kahramanlar kadar çoklar; fakat bir türlü alt edilemedikleri ve ölmedikleri için artık 90 küsur yaşındalar ve kahramanlık sektöründe emeklilik diye bir şey olmadığından, genellikle takma dişlerini taktıktan sonra dövüşüyorlar. Cadılar da var, tabii ki var. Lâkin buradaki cadılar, klasik masal cadıları gibi ille de “saf kötü” falan değiller; aksine, türün kendilerine biçtiği bu ötekileştirici kimliğe başkaldırarak çoğunlukla en erdemli rollere bürünüyorlar ve yeri geliyor, “Kadından sihirbaz olmaz!” diyen mizojinik erkeklerin ağzının payını fallik bir asa ile veriyorlar.

Yani fantastik unsurlar, Diskdünya’ya gelince biraz muğlaklaşıyor.

Sör Terry Pratchett, ki kendisi pek çok edebiyatsevere göre hakiki bir şövalyedir, 1983 yılında serinin ilk kitabı Büyünün Rengi’ni yazdığında aslında tek amacı biraz eğlenmekti. Kendisi söylüyor bunu. “80’li yıllarda bir sürü kötü fantezi ürünü vardı,” diyor, “kara lordlar falan etrafta gani ganiydi. Bu konuyu ele alıp biraz eğlenme zamanının geldiğini düşünmüştüm…” Fakat sonra, kitaplarının hayli beğenildiğini görüyor ve devamını yazıyor. Zamanla, bu parodileştirme işinde iyice yetkinleşiyor da; ve salt güldürmekten öteye geçerek, Hiciv Kasrı’nın kapılarını çalıyor.

Böylece seri giderek büyüyor, büyü ise yer yer işin içinden çıkıyor. Diskdünya kendisini ve amacını aşarken fantastik unsurlar ikincil planda kalmaya başlıyor.

İşte tam da bu noktada devreye yeni karakterler, olaylar ve hikâyeler giriyor. Kocaman bir dünya burası ne de olsa: Üstünde tıpkı bizim Küredünya’mızdaki gibi dağlar, ovalar, şehirler, köyler, pislik içinde mahalleler, zenginler ve fakirler, üçkâğıtçı işportacılar, türcülük kurbanı ötekiler, yargı dağıtan adaletsizler, hiç yoluna giden Niyaziler; kısacası insana dair her şey var. Pratchett bu damarı ustalıkla yakalıyor ve kitaplar ilerledikçe objektifini geniş açıya kaydırıyor. Ama yeri geldiğinde, teleskop kullanmayı da ihmal etmiyor: Tek bir cümlede bile, ölesiye politik bir mesaj vermeyi başarıyor.

Fakat unutulmaması gereken mühim bir nokta var burada: Pratchett’ın edebiyatında, başrolde her zaman mizah duruyor. Öyle “büyük” aforizmalarla, iddialı felsefi çıkarımlarla veya kapsamlı toplumsal eleştirilerle falan uğraşmıyor Pratchett, zira onlarla bile dalga geçiyor. Yani hayatı fazla ciddiye almadan, hayatı son derece ciddiye alıyor.

Tuhaf aslında… Yaşamayı ve yazmayı bu kadar seven, ciddiye alan birini erkenden, hem de sözcükleri bile unutturan bir hastalık yüzünden kaybetmek, hayatı bu kadar ciddiye almamak gerektiğini de tekrar hatırlatıyor insana. Yine de, nispeten kısa yaşamına elliden fazla kitap, onlarca ödül, yüzlerce karakter ve milyonlarca hayran sığdırmayı başaran Pratchett için “erken gitti” demek de pek içimizden gelmiyor. Ki zaten, kendisinin de dile getirdiği gibi, “yarattığı dalgalar tümüyle yok olmadan hiç kimse bu dünyadan tam anlamıyla göçmüş sayılmıyor.”

Herhangi bir türü yeniden tanımlamak herkesin harcı değil, ama fantastik edebiyatın aykırı şövalyesi Pratchett, bunu başardığını onyıllar önce fazlasıyla kanıtladı. O yüzden biz fani okurlarına artık yalnızca onu okumaya devam etmek ve elbette fikirlerine kulak vermek düşüyor:

“En iyi fantezi yazarları, süslü püslü hokus pokus fantezileri yazmazlar; dünyanın işleyiş kurallarını değiştirirler ve sonra bu kurallara uyarak, büyük dikkatle, mantıklı bir biçimde yazarlar. Ve artık sihirbazlar, goblinler veya büyü, kesinlikle yeterli değil. O şeyleri zaten biliyoruz. Biz artık, sihirbazların, genetik olarak değiştirilmiş ejderhalarla nasıl başa çıktıklarını ve cücelerin, gnomlara karşı gösterilen ırkçılığı nasıl yok edeceğini bilmek istiyoruz. Ve işte, yine Chesterton’a dönüyoruz: Belki de bu dünyayı anlamanın en iyi yolu, ona başka bir dünyadan bakmaktır…”**

* Bu yazı ilk olarak Cumhuriyet Kitap ekinde yayınlanmıştır.

** Terry Pratchett’ın hayatı, eserleri ve sanatsal düşüncelerinin devamı için, düzyazılarının derlendiği Klavye Sürçmesi’ne göz atabilirsiniz.

fe, d, i

Fantastik edebiyat, depresyon ve intihar arasında güçlü bir bağlantı var.

İlk bakışta çok ilgisiz gibi görünen bu üç kavram, neyse ki çok kısa süre sonra, yani neredeyse hemen ikinci bakışta, birbirlerine karşı boş olmadıklarını da ortaya seriyor. Sadece şu ilk cümle üstüne düşününce bile insan, birtakım sinir hücrelerini, kabloları, bağlantı hücrelerini vesairleri falan kolayca görüyor.

Ama sözkonusu bu bağlantı, =’den ziyade < ile ifade edilebilir bence. Tabii bu <’lük, sahip oldukları kudretin bir yansıması değil. Daha çok… kapsama olarak düşünebiliriz.

Ulan. Kapsamanın işareti vardı zaten ya. Boşu boşuna kafa yoruyorum, konudan sapıyorum.

∋ idi galiba. Evet.

HER NEYSE. Öncelikle, bu üç kavramın üçünün de, özünde kaçış olduğunu fark etmek lazım. Fantastik edebiyat mesela, kaçış edebiyatının temel dayanaklarından birisi; iyisiyle kötüsüyle, alegorik olanıyla dümdüzüyle, gerçek dünyadan sıkılan edebiyatseverlerin uğrak noktası her zaman. Buna, kuzen tür bilimkurgu da eklenebilir.

Depresyon ise doğrudan hayattan kaçış; hayatın getirdiği sorumluluklardan, insanlardan, paradan puldan, işten güçten, hatta bazen evden barktan… ama tabii ki, en çok da kendinden.

İntihara gelince… Aslında intihar da, doğrudan hayattan kaçış. Ama o daha çok… evet, hayattan doğrudan çıkış.

Kapsama mevzusu da burada zaten.

Son seçeneğin geri dönüşü yok elbette. Ve birtakım kişiler aksini iddia etse de, ölümden sonra yaşam da yok. Tam anlamıyla bir karadelik yani intihar; her şeyi tamamen sonlandıran, başlangıcı olan her şeyin bir sonunun da olduğunu vurgulayan, sağlam, siyah bir duvar. Gereği var mı? Bence yok. Tam da bu “sonluluk” yüzünden yok hem de. İster iyimser deyin ister naif, hayatın neler getireceğini bilemeyiz.

Aslında hayatın değil, kendimizin. Çünkü gerçekten de hiçbir şey yapmayınca hiçbir şey olmuyor.

Siyah değilse de koyu bir gri olan depresyon da işte (itiraf ediyorum: “gri duygu” lafını Andreas Steinhöfel’den çaldım), bu hiçbir şey yapmama hâlini, yani tıptaki adıyla bilmemne’yi (tıpta bir adı vardı bunun, eminim. Kal gelmek gibi bir şey. Yuh, tıp ile kal gelmeyi birleştirdim, yuh bana) bünyeye dayatıyor. İnsan yine bir şekilde kaçmayı başarıyor sonuçta, hem hayattan hem de kendinden; fakat bu, neredeyse her zaman, geçici bir dönem oluyor.

Ve işte bu noktada, depresyon ile fantastik edebiyat arasındaki, hemen hemen ⊇ durumuna geliyoruz; ikisinde de mevcut olan, ikisini de cezbedici kılan, ikisini de içinden çıkmayı istetmez hâle getiren duyguya:

Huzura.

Kaçış, hele de yeraltının falan da en dibiyse, her zaman huzur verir. Huzur, yapay da olsa insana haz verir. Haz ise onu terk etmenizi engellemek için elindeki her şeyi verir.

Hatırlıyorum: Hayatımın en huzur dolu, en mutsuz günlerini (evet, mutluluktan bahsetmedim; huzurlu ve mutsuz olmak son derece mümkündür) seneler önceki depresyonumdayken geçirmiştim. Aylarca eve kapanmış, gri alanda durup bekleyerek intiharı da sık sık düşünmüş, ama nihayetinde kendimi edebiyata, özellikle de bilimkurgu ve fantastik edebiyata vermiştim. Tam anlamıyla arada, sırat köprüsünün üstünde kalmıştım yani ve bir şekilde, ışığa gitmeyi reddetmiştim. (Yani, hemen hemen.) Fakat sonuçta işte, kitaplarda kendimi bularak hayata geri dönmüştüm. Çünkü, eğer içinizde bir parça yaratma arzusu da varsa, en büyük haz kaynağı bile bir süre sonra monotonlaşır. Hep daha fazlasını istersiniz ama bulamazsınız. (Fakat bu bambaşka bir konu tabii.)

Kaçış, hele de fantastik edebiyatın falan da en köklü eserleriyse, her zaman haz verir. Haz, yapay da olsa insana huzur ve yaşama sevinci aşılar. Yaşama sevinci ise, ona tutunduğunuz ve onu kesinlikle bırakmadığınız takdirde sizi alır götürür, hayata bağlar.

Yani sonunda, o en baştaki denklem tersine döner.

Sosyal bilimlerin aritmetiği matematiğin aritmetiği gibi değil çünkü. Değişken, sevişken, sevecen ve sıcak.

Yani, hemen hemen. ♣

Ey Kanopus, Beni Neden Terk Ettin?*

Doris Lessing’in beş ciltlik bilimkurgu serisi “Argos’taki Kanopus Arşivleri”nin dördüncü halkası Gezegen 8, evrenin dört bir yanındaki bu aynı feryada kulak veriyor: Kurtarılmayı hak etmiyor muyuz?

İmparatorluğun merkezine uzak, kendi hâlinde, iyi bir yaşama sahip naif bir gezegen düşünün. Halkı çok mutlu; zira bu gezegen, vadedilmiş topraklar kadar güzel. Aslında gerçekten de öyle sayılır: Kanopus İmparatorluğu’nun “yetiştirdiği” bir halk bu ve bu cennet gezegen sadece onlar için var. Yemyeşil bir bitki örtüsü, zengin doğal kaynaklar ve doğayla tam anlamıyla bütünleşmiş bir yaşam kültürü, sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen bir hayat vadediyor onlara.

Fakat elbette işler yolunda gitmiyor –zira evren çok çetrefilli bir kara boşluktur– ve gezegenin iklimi ansızın değişiveriyor: Artık her yer kar, buz. Kanopus’a ellerini açıp yakaran bir kavme dönüşüyor Gezegen 8’liler de, çünkü çaresizlikle kavruluyorlar. Beyaz hapishanelerinden çıkmalarını sağlayacak tek güç, yaratıcılarının insafı.

Doris Lessing’in alegorik romanı Gezegen 8 (ya da tam ismiyle, Gezegen 8 Temsilcisinin Oluşturulması), uzayın derinliklerindeki hayali bir dünyayı anlatıyor olsa da, görüldüğü üzere neredeyse her Dünyalının kemiklerinde hissettiği bir ağıttan bahsediyor aslında. En çaresiz ânında en inançsızının bile doğaüstü bir yardım ihtimalini içten içe dilediği bir gezegenin evlatları olarak, bu feryada kulak vermemek imkânsız.

Lessing, serinin önceki ciltlerinde (örneğin Şikeste ve Sirius Deneyleri’nde) daha farklı bir yola gitmiş; dünya tarihini, bizzat dünyanın içindeyken hem de, exogenesis olgusuyla da birleştirerek öznel bir biçimde açıklamıştı. Serinin ikinci kitabı Evlilikler ise buradaki anlatıya daha yakındı; zira yine alegorik bir dünyada, bu kez kadın-erkek ilişkilerine odaklanıyordu.

Fakat Gezegen 8, daha da derinlere, en derine iniyor ve temel korkularımıza odaklanıyor; hatta aslında, bilinç sahibi her varlığın içinde yatmakta olan o bitimsiz, karanlık, heder edici tek duyguya: yalnızlığa.

Lessing’in bu noktadaki kavrayış seviyesi gerçekten etkileyici: Her türlü depreme dayanıklı, tamamen korunaklı, sıcacık ve eksiksiz odamızda da olsak; evrenin güvenli bir noktasında yüzen, her türlü olası felaketten uzak, cennet gibi bir gezegende de yaşasak, sonuç aynı. Hakiki bir çaresizlik ânında, sığınacak kimsemiz yok. (Hakiki çaresizlik, hakiki çaresizliktir yalnız; hiç kimsenin size yardım edemeyeceği anlar elbette vardır. Basit bir depresyon ya da dandik bir nükleer savaştan bahsetmiyorum yani.) Ve bu kimsesizliğin, bu yalnızlığın doğurduğu sonuç da her zaman aynı yere çıkıyor: Haykıran bir isyana dönüşüyor.

Zaten tam da bu noktada devreye giriyor yaratıcı; hem de inanıp inanmadığınızdan tamamen bağımsız olarak. (Gerçi, teknik olarak, ona ne kadar haykırsanız da boş. İnançlıysanız, Kader duvarına toslayan cümlelerden, inançsızsanız da uzayın derinliklerine giden başıboş ses dalgalarından ibaret kalıyor tüm o yakarılar.) Fakat yine de, ne olursa olsun isyan sürüyor işte; ve durumun garabeti burada daha da netleşiyor: Kaçınılmaz bir şekilde yok olup gideceğini bilse de insan, bunu kabullenmeyi bir türlü başaramıyor.

Her şeyin temelinde bu var: insanın içinde yatan, evrendeki varlığını anladığı andan itibaren başlayan yok olma korkusu.

Her neyse. Sanatçının görevi, umutsuzluğa kapılmak değil elbette ve Lessing de bunun farkında. Öyle ya da böyle, severek ayrılınan sevgiliyle gerçekleşen son bir buruk kucaklaşma gibi, muğlak bir katarsis ekliyor kitabının sonuna. Sevgili gezegenlerini terk edip bilinmeyen bir yolculuğa çıkan bir tür kolektif bilinç sayesinde, Kanopus da, ektiği tohumları bir şekilde biçmiş oluyor. Herkes kazanıyor.

Tabii, kitabın temelinde yatan bu yoğun duyguları da öyle alelade, basit bir biçimde aktarıyor falan değil Lessing; psikolojik darbelerinin yanı sıra etkileyici diliyle de öne çıkan bir roman bu. Güçlü karakterlerin o yorucu, bitmek bilmez mücadelesine daha ilk sayfalarda ortak oluyor okur ve acıyı da, çaresizliği de iliklerinde hissediyor. Gerçek bir feryat bu çünkü; kökleri insanın en derinlerine uzanıyor. Ve o kökleri izlerken seyredilen yol da parlak ve şiirsel bir dil olunca, roman da hakiki bir ağıta dönüşüyor.

Bunun yanında, kitabın en sonunda, baştan çıkarıcı bir sonsözü var Lessing’in; hem Gezegen 8 hem de Sirius Deneyleri’ne dair. Onu, bu alegorik bilimkurgu serisini yazmaya iten sebeplerden bahsediyor çokça; ve aslında, gerek romanın yazıldığı tarihe, gerekse (tam bir sanatçı öngörüsüyle) bugüne bakan gözlerini kocaman açıyor. Okura sorduğu temel soru şu: Bir sözcük, bir nesil için güçlü bir uyuşturucu olabilirken, bir sonraki nesil için nasıl öyle süt kadar sakinleştirici hâle gelebiliyor? Toplumsal evrimin acımasız kanıtı olan bu soru, Gezegen 8’in temellerini de atmış bir şekilde: Antarktika’nın kâşiflerinin, ilerleyen yıllarda kökten değişen imajları, ona kar ve buz altında süren bir maceranın kapılarını açmış.

Öyle ya da böyle. Yaratıcıya yakarı derdine düşmüşseniz ve Doris gibi yaratıcı da bir kişiyseniz, en yalnız anlarınızdan oluşan hezeyanlarınızı böyle yazıya döküp romana dönüştürebiliyorsunuz işte. Tanrı vergisi bir yetenek olsa gerek!

Ve söz yine oraya gelmişken… En tepedeki sorunun cevabı şudur belki de: Kanopus kimseyi terk etmedi, sevgili Gezegen 8’li; sen Kanopus’u terk etmekte çok geç kaldın.

* Bu yazı ilk önce EdebiyatHaber‘de yayınlanmıştır.

Kayıpla Başa Çıkmanın Mühendisliği*

Canavarın Çağrısı, erken yaşta karşılaşılan bir kaybın resmini çizen, ama bununla yetinmeyip “kayıpla başa çıkmanın” yollarını da irdeleyen, sarsıcı bir roman…

İnsanlık, iki ayağı üstünde durup da az biraz düşünmeye başladığından beri hep ve ilk olarak aynı şeyi merak etmiştir. İlkçağdan günümüze kadar tüm filozoflar aynı sorunun cevabını, aynı boşluktan yola çıkarak aramıştır. Çocuklar bile, seneler boyu önlerine serilecek onca çetrefilli sorunun öncesinde, ilk olarak bunu düşünmüştür.

Bu hayatın anlamı, neresindedir?

Oysa o kadar zor bir soru değildir bu. Cevabı ortadadır çünkü. Hayatın anlamı, sonundadır. Daha doğrusu, bir sonu olmasındadır.

Aslında bu denklem, “hayat” haricindeki şeyler için de geçerlidir. Var olan her şeyin değeri, kaybedilebilir olmasında yatar. Hayat çok değerlidir, çünkü bir gün bitecektir. Gerçek sevgi ve aşk nadide bir pırlanta gibidir, çünkü sevilen kişi elinizden yitip gidebilir. Önünüzde duran bir dilim pasta bile aynı sebepten ötürü biriciktir; az sonra varlığı sonlanacaktır.

Dolayısıyla, bir insanı sevmek eylemi, o insanın yokluğuyla anlamını tamamlayan bir gerçekliktir. Hiç kimseyi, hiçbir zaman, yok olmayacakmış gibi sevemezsiniz.

Patrick Ness’in çarpıcı romanı Canavarın Çağrısı, tam da bu noktadan filizlenen, gücünü bu ikilemden alan bir kitap. Konusunu hayatın içinden seçen, sevmenin ve kaybetmenin maalesef kaderdaş olduğunu vurgulayan, sert ama umut dolu bir öykü.

Annesinin ciddi hastalığıyla baş etmeye çalışan on üç yaşındaki Conor’ın da umut dolu öykülere ihtiyacı var zaten. Yaşadığı şeyler çok zor. Annesi hasta, babası çok uzakta, okulda herkesle kavgalı ve yakın zaman sonra birlikte yaşamak zorunda kalacağı büyükannesiyle de arası hiç iyi değil. O da bu yüzden, bir gece ansızın geliveren Canavar’ın –ki kendisi bir ağaç olur– anlattıklarına kulak kesilmekte bir sakınca görmüyor.

Çünkü Canavar ona öyküler anlatıyor. Ve o öyküler, Conor’a önce anlamsız gelse de, sonunda onu kurtaran şey oluyor. Hayatın “yoklukla” anlam kazandığını, Conor çok genç yaşta öğreniyor.

Pek çok açıdan bakıldığında zorlayıcı, sarsıcı ve karanlık bir kitap, Canavarın Çağrısı. Özellikle de kayıp yaşamış kişiler için, bir hayli üzücü. Ancak bu karanlık tavır, tıpkı tüm karanlıkların, aydınlıkları da peşi sıra sürükleyişi gibi, yalnız başına gelmiyor. En sonra filizlenen umut –ve elbette Canavar’ın anlattığı öyküler– sayesinde Conor, hayatındaki belki de en zorlu günleri atlatmayı başarıyor; içine çok erken yaşta düştüğü kaynar sudan, katılaşmış, sertleşmiş ve güçlenmiş bir yumurta gibi çıkıyor. Kırılsa da dağılmaz hale geliyor.

Elbette kolay şeyler yaşamıyor Conor. Elbette çokça ağlıyor ve elbette yasın beş aşamasından da tek tek geçiyor. Fakat süreç, Conor’ın hayatta kalmasıyla sonuçlanıyor; yani bütün insanların en temel ve yetkin yeteneğiyle taçlanıyor. Çünkü ne de olsa, hiçbir zaman, ölenle ölünmüyor.

Kitabın, bir çocuk kitabına göre fazla sert olduğu düşünülebilir; fakat çocukları, hayattaki değiştirilemeyecek gerçeklerle erken yaşta tanıştırmanın önemi de yadsınmamalı. Yaşanan ya da müstakbel acılarla başa çıkmanın yolu, insanın, içindeki koyu renkli üzüntü sıvısını bir şekilde boşaltabilmesinden geçer. Bu drenajı sağlayan en güvenli sıhhi tesisat türü de sanatın ta kendisidir. Yaşam çoğu zaman sanatı taklit etmiştir ve bu imitasyonların başarı oranı, insanların hislerini olabildiğince kuvvetlendirir.

Canavarın Çağrısı, her yaştan her okuru etkileyebilecek, güçlü bir roman; zira hikâyesini her yaştan her insanın başına gelecek olan kaçınılmaz şeyin etrafında kuruyor. Ve böylece, bir sanat eserinin kalıcılığındaki en önemli etkenlerden birini de başarıyla yerine getirmiş oluyor: tek bir insandan yola çıkıp evrensele ulaşmak. ♠

* Bu yazı ilk olarak Sözcü Kitap ekinde yayımlanmıştır.