Uyarıyor. Hem de uzun zamandır.
Doğa Ana‘dan bahsediyorum. O kadar uzun zamandır bağırıp çağırıyor ki ve o kadar uzun zamandır duymamazlıktan geliyoruz ki biz kendisini, ciddi anlamda şaşırıyorum.
Yarattığı gibi yıkmasını da gayet iyi bilen Doğa Ana. Varoluşumuzun yegâne nedeni, yokoluşumuzun en büyük destekçisi. Yıllardır uyarmaktan o da yoruldu artık, biliyorum.
Adı üstünde, ana. Çocuklarına zarar gelmesini istemiyor aslında. O yüzden uyarıyor sürekli. Biz anne sözü dinlemedikçe, üstelik bir de hayatta en çok ona zarar verdikçe, haklı olarak kızıyor biraz. Ama yine de ana yüreği sonuçta, nefret edemiyor yavrusu insanoğlundan.
Uyarıyor bizi; depremlerle, sellerle, fırtınalarla, sıcaklarla, açlıkla, sefaletle… Biz umursamadıkça daha da şiddetli ikaz ediyor: “Gidin buralardan!..” Ama tabii kendi de biliyor ondan asla ayrıl(a)mayacağımızı.
Aslında tüm insanlığa da haksızlık etmemek gerekir. Sağduyulu birçok kişi artık işlerin nasıl yürüdüğünün farkında, kendi kendimizi yoketmeden önce Doğa Ana’nın devreye gireceğini hissediyor. Daha çevreci olmaya çabalıyorlar, doğal afetlere karşı daha korunaklı, daha güvenli sistemler geliştiriyorlar.
Lakin biz Türkler, tanrıdan başka şeyden korkmadığımız için, Doğa Ana’yı pek sallamıyoruz.*
– – –
Beş nokta iki ile sallandı geçen gün Marmara yine. Herkes çok korktu. Ama elbette korkunun ecele faydası olmadığından, kısa süre içinde korkmaktan vazgeçti insanlar, hayatlarına döndü.
Doğa Ana yine uyardı aslında bizi, yıllardır yaptığı gibi. 17 Ağustos‘tan sonra bir facia daha yaşanmasın diye de senelerdir bekliyor. İlla ki kırılacak aslen içimizden geçen o kocaman fay, ama elinden geldiğince erteliyor, bekletiyor. Bekletiyor ki sağlam binalarda sağlam hayatlar kuralım; çarpık çurpuk, eciş bücüş yerlerden ayrılıp insan gibi yaşamaya başlayalım. Zira Doğa Ana da istemiyor bizim öyle hâllerde durmamızı; bize verdiği hayvanlardan bizi ayıran özelliklerimize yaraşır hayatlar sürelim istiyor, emekleri boşa gitmesin istiyor.
“Tabii ki Doğa Ana bunları yaparken biz de boş durmadık…” Hah. Bu cümle bu yazıya hiç uygun düşmez. Hepimiz biliyoruz bunu. Ama yok, durun durun, 12 yılda neler neler yaptık oysa değil mi! Deprem sigortaları oluşturduk, sonra da oradaki birikimleri hükümetin giderleri için hiç kullanmadık. Milyonlarca evi tahliye ettik, değil mi? Okulları, köprüleri, alt ve üstyapıyı tamamen elden geçirdik. İnsanlarımızı enikonu bilinçlendirdik, öyle ki artık kimse minicik bir depremde hemen camdan aşağı atlamıyor ya da kimse mesela, Ay tutulması olunca “depremi tetikler mi” diye haber başlıkları ve o durum hakkında saatlerce yorum yapan insanları görmüyor medyada.
Neredeyse Japonya’yla yarışacak hâle geldik.
– – –
İstanbul’da yaşayan ABD’li gazeteci Claire Berlinski de bir yazı kaleme almış, City Journal dergisi için. Son depremden dem vurmuş. Bakın neler görmüş bir yabancının gözünden:
“Yaşayan tüm yer bilimciler, yakın bir zamanda İstanbul’u güçlü bir depremin vuracağını söylüyor. ABD Yer Bilimleri Araştırmalar Merkezi (USGS), 2000’de yaptığı araştırmada böyle bir depremin 30 yıl içinde gerçekleşme ihtimalinin yüzde 62 olduğunu açıkladı. Tahminlere göre böyle bir deprem 200-300 bin kişiyi öldürebilir.
…
“Ülkedeki herkes depremden korkuyor. Geçen yıl küçük bir deprem bütün şehri sokaklara döktü. Ama kimse böyle bir durumda ne yapması gerektiğini bilmiyor. İstanbul’da maddi durumu uygun olmasına rağmen güvensiz evlerinden ayrılmayan birçok insan biliyorum. Tehlikenin farkındalar ama tamamen kaderciler. Japonlar evdeki su bardaklarının kırılmaması için önlem alırken İstanbul’daki müzeler bile değer biçilemeyecek sanat eserlerinin depremde zarar görmemesi için hiçbir şey yapmıyor. Bu zenginlik farkı değil; bir kültür meselesi…”
Son cümle belki de en vurucu gerçek. Evet, bu bir kültür meselesi, ötesi yok.
– – –
Ne anlatıyorum oysa ben… Kime, neyi anlatıyorum? Berlinski’nin de dediği gibi o kadar kaderci bir toplumuz ki… Ölümü bekliyoruz yıllardır betondan mezarlarımızın içinde. Gelsin de alsın bizi. Ha, gelince iyi görünelim de istiyoruz ki herhâlde ölüme, evlerimizin içi pırıl pırıl, LCD televizyonlar, son model ses sistemleri, pahalı mobilyalar… Bir nevi, maziye dönüş arayışındayız galiba; modern kurganlar oluşturup öte yana giderken yanımıza en sevdiğimiz eşyaları alıyoruz.
Doğa Ana, eminim ki yine elinden geleni ardına koymayacak bizi en az hasarla bu işten sıyırmak için. Eminim buna. Ama tabii o da bir yere kadar kontrol edebiliyor kendisini. Biz onu sömürmeye, onun uyarılarını dikkate almamaya devam ettiğimiz sürece, o da…
Evet, iş bombok yani. ♣
Not: Berlinski’nin yazısının tamamını okumanızı öneririm, çarpıcı gerçekler var. Belki biraz akıllanırız. Buradan Türkçe metne, buradan da orijinal, daha kapsamlı İngilizce metne ulaşmanız mümkün..
*Not 2: Biliminsanları (men of science babında), yazıyı normal bir biçimde okudular elbette ama inanç insanı (men of faith) olduğunu düşünenler bu yazıdaki “Doğa Ana” ifadesinin yerine “tanrı“yı yerleştirebilir. Belki o zaman, “tanrıdan başka bir şeyden korkmamak” deyimi de daha anlamlı olur. Belki.