Rafflesia’nın Anlamı.

Bu sabah belgeselde gördüm, Rafflesia ismindeki nevişahsınamünhasır çiçeği. Güneydoğu Asya’da, özellikle de Malezya ve Endonezya’da bulunuyormuş. Sıradan bir çiçek değil, değişik biraz. Mesela yaprak ve kökleri yok. Bulduğu bir ağaca tırnaklarını geçirip (ne demekse o) besinlerini ondan alıyormuş. Parazit bitki deniyormuş bunlara. Kendisi için dünyanın en büyük çiçeği falan da deniliyor, tam bilemiyorum onu, ama boyu bir metreyi aşabiliyormuş yani. Zaten görüntüsü ve kokusu da iğrenç. Leş ete benziyor aynı, öyle de kokuyormuş, bu sayede leş sineklerini üstüne çekip polenlerini dağıtıma çıkarabiliyormuş.

Ama beni asıl etkileyen kısmı yaşam süresi oldu. Tam on ay süren bir tomurcuklanma safhasına sahipmiş bu enteresan şey. Fakat açtığındaki ömrü ise, topu topu dört günmüş. Dört gün. On ay boyunca açmayı bekleyip, açılınca dört günlük bir yaşam sürüyormuş. Sadece dört gün. Zaten bölgede bu mevcut özelliklerinden ötürü kendisine “ölü çiçek” de deniliyormuş.

Bunu duyunca kafamda oluşan ilk soru “neden” oldu. Gerçekten, neden? Neden çekiyordu ki bunca kahrı. Sadece dört dünya günü yaşayabilmek için aylarca uğraşmak. Üstelik o dört gün süresince de, en ciddi aktivitenin üremeye çabalamak olması… Neden?

Bu “neden” sorusu -ama özellikle bu neden sorusu- bence bizi yaşamın anlamını bulmaya götürebilir.

Yaşamın anlamı falan yoktur. Yaşamın anlamı yaşamaktadır. İlerlerken kendiliğinden ortaya çıkan bir şeydir, varsa bile gereksizdir. Sadece yaşanılıp gidiliyor, hiçbir misyon olmasa da hayatta yaşanılıyor. İsterseniz aylarca, yıllarca hazırlanın yaşama. Sonunda dört gün içinde ölmek de mümkün. Yani aynı adamın dediği gibi:

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orada ilk hücumda, daha o gün yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Çünkü yaşamak şakaya gelmez. Ama çok da ciddiye almayın derim ben. ♣

En Büyük Yalnızların Gezegeni

Hayır. Dünya’dan bahsetmiyorum. Kaybeden edebiyatını sürdüresim yok. Aslında var. Ama şu an değil.

Hayır. Plüton’dan da bahsetmiyorum. “Ne güzel kardeşimizdin sen Plüton, seni harcadılar, gezegenlikten çıkardılar” geyiği de baydı. Baymadı mı. Adam olsaydı da doğru düzgün bir yörünge tuttursaydı.

Sözünü ettiğim yalnız gezegen, Venüs. Halk arasında Çoban Yıldızı diye de bilinir. Kimilerinizi şaşırtır belki bu. Yani aslında evet, Venüs’ün yalnızlıkla ne ilintisi olabilir ki? Kendi halinde, sıradan bir gezegen işte. Sıralamada da ne ilk ne de son. Öyle normal, düz.

Bilmiyorum. Belki şöyle bir şey: Sabahın pekinde uyanan güzel insanlar; kafalarını gökyüzüne kaldırdıklarında, ki bunu yapmaları gerekir, zira ümitlerimiz düşüncelerimiz hep oradadır; onu görürler. Orada, tek başına durur Venüs. Hiç öteki zırtapozların arasına karışmaz. Hayır yani, tenezzül etmez. Sabah ilk önce o gelir oturur masasının başına. Yemek molalarında yemeğe gitmez, her zaman fazla mesaiye kalır da gıkını çıkarmaz.

Kalenderdir yani Venüs. Yapayalnızdır bir de.

Oysa mesela, tarih boyunca Venüs’ün güzelliğine dem vurmuş hep insanlar. Onun hüznünü, yalnızlığını farketmemişler hiç. Venüs denince tanrıçalar, sanat eserleri, sanat eserleri için ilham kaynakları gelmiş akla. Ama bizatihi bu misyonların bile onu nasıl yalnızlaştırdığını kimse akıl etmemiş.

Bakın bir enteresan not daha. Yine insanlık tarihinde, ya da en azından bu tarihin son kısımlarında, Dünya ötesi bir gezegende yaşama fikri filizlenmeye başladığında, akla yine ilk Venüs gelmiş. Daha bundan 50 kadar yıl önce bazı biliminsanları, Venüs’te canlıların bile yaşayabileceğini öngören fikirlere sahipmiş. Bunda, Venüs ile Dünya’nın, en azından dışarıdan bakılınca, çok benzeşen özellikleri büyük etken. Mesela ikisi de kütle, hacim ve yer çekimi açısından hemen hemen aynılar. Ama işte, gözünü sevdiğim astronomi bilimi gelişti. Gelişti de gerçekler ortaya çıktı:

ABD yapımı Mariner-2 1962’de Venüs’ün yanından geçerek ilk bilgileri gönderdi. Bunların arasında, Venüs’ün son derece sıcak olduğu gerçeği ilk göze çarpan oldu. Venüs’ün öyle kalın ve yoğun; daha da önemlisi büyük oranda karbondioksitten oluşan bir atmosferi vardı ki, içindeki basıncı ve sıcağı hayal etmek bile zordu. Neyse ki Ruslar hayal etmediler, Venera-9 ve Venera-10 ile ölçtüler. Buna göre Venüs’ün ortalama yüzey sıcaklığı 485° C kadardı. Ayrıca basınç, yeryüzünün 90 katıydı. Sürekli yağan asit yağmurları da cabası. Venera-9 ve 10, yüzeydeki yüksek basınç nedeniyle ancak bir saat aktif kalabildi.

Bununla birlikte, Venüs, diğer gezegenlerin aksine, doğudan batıya doğru dönmekteydi. Daha da enteresan olan şey, bu dönüşün yavaşlığıydı; öyle ki, Venüs güneşin etrafında 224,7 Dünya günü sürede dönmekteyken, kendi ekseni çevresinde 243 günde bir turu tamamlamaktaydı. Yani Venüs’te bir gün, bir yıldan daha uzundu.

Yani. Venüs hep yalnızdı. Hep farklı, hep ötekiydi. Hiçbir zaman düzenin adamı olmadı. Lâkin güzelliğiyle insanları büyüledi, bu büyünün sonucunda da başarılı bir biçimde hedef şaşırtarak, ilgi çekmemeyi başardı.

Bugün düşününce, Venüs, ne bir Mars kadar önplanda, ne Jüpiter gibi şaşaalı, ne Satürn gibi afili, ne Merkür gibi ezik, ne Uranüs, Neptün gibi uzak, soğuk. Ne de Dünya gibi yalancı, haysiyetsiz, kişiliksiz. O kadar sıradan ki Venüs. Ve o sıradanlığın içinde o kadar özel ki. Keşfedilmeyi bekleyen muhteşem insanlar gibi özel, güzel.

Ben de onu bu saatten sonra, en büyük yalnızların gezegeni ilan ediyorum, elimde Excalibur, kafamda tac olmamasına karşın.

Siz de bir gün erkenden uyanmak zorunda kalırsanız, kafanızı hemen 45 derece yukarı kaldırın, hani şöyle yüzünüz güneye doğru dönükse, gökkubbenin hafif sol kısmına doğru bakın. O zaten kendini gösterecektir. ♣

Not: Venüs ile kısaladığım bu bilgiler size yetmediyse, önerebileceğim birkaç kaynak var. Birincisi, “Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi“nin (ki bunu çok zor bulursunuz) 5. cildi olan “Bilim ve Evren“dir. Ayrıca Patrick Moore‘un, TÜBİTAK’tan yayınlanmış “Gezegenler Kılavuzu” da işinizi görecektir. Son olarak birkaç internet sayfası da aşağıda mevcut.

Venüs (Wiki)

Soviet Venus Images

Mariner-2 (Wiki)

– Ayrıca bakınız: 6 Haziran 2012’deki Venüs Geçişi.

Venüs’ün, Dünya ile Güneş arasına girmesi sebebiyle gerçekleşen geçiş, Türkiye’den de izlendi. Yani en azından ben izledim. Bir sonraki geçiş tam 105 yıl sonra gerçekleşecek.

 

Reçel

Geçen gün reçel geldi aklıma. Evet reçel. Bildiğiniz çilek reçeli. Daha doğrusu aklıma gelmedi ansızın. Kahvaltı ederken düşündüm.

Reçel ne müthiş bir şeydi. Onlarca değişik meyveden yapılabiliyordu, onlarca değişik türü vardı. Doğanın bize sunduğu binlerce güzellikten yalnızca birisiydi.

Sonra farkettim, yahu, insanoğlu olarak aslında ne kadar da şanslıyız, ve ne kadar da hunharca harcıyoruz elimizdeki güzellikleri. Sadece tükettiğimiz gıdalar bile -ki lezzetli şeyler yemek zaten nasıl da mutluluk kaynağıdır- bize verilen ayrıcalıklara küçük bir örnek.

Doğa Ana, bize her şeyi vermiş. Aslında; her şeyi bize vermiş. Doğa -dünyadaki doğa- tamamen insan için var. Düşünsenize, diğer canlıları yiyoruz lan. Bildiğin yiyoruz. Her şey bizim için tasarlanmış burada. Ve her şey harika. Lezzetler, deniz, gökyüzü, her şey. Sadece fizyolojik ihtiyaçlarımız da düşünülmemiş üstelik, psikolojik yanımız da esgeçilmemiş, huzur bulabileceğimiz görüntüler yaratılmış. Gidip bir deniz havası almanın, ya da günbatımı izlemenin bize iyi geleceğini tahmin etmiş herhalde Doğa, onları da yapıvermiş. (Ya da; süreçler ve yıllar içinde, psikolojimiz de, tıpkı fizyolojimiz gibi evrilmiştir. Keyif aldığımız şeyler bu dünyaya göre belirlenmiştir.)

Neyse. Yeryüzündeki şeylerin güzelliği, vazgeçilemezliği; su götürmez bir şey. Bizim onları yoketme hızımızdaki ivme gibi.

“Neden yokediyoruz” sorusu aslında manasız, Doğa Anamıza çekmişiz tamamen. Yoketmek de, yaratmak gibi, doğamızda var. Ama bazı şeylere hakkımız yok, yarattığımız şeyi yokedebiliriz tabi ki, masayı kırabilir, tabakları parçalayabiliriz. Fakat bize ait olmayan doğayı yoketmek haddimize değil ki.. O ancak onun hakkı.

İnsanoğlu elbette kendi sonunu birbirini yokederek getirecek, eninde sonunda. Ya öyle olacak, ya da evrilirken bir yerde bir kırılma yaratacağız ve tam aksi şekilde tek bir insan ırkı haline geleceğiz. İkincisi zor da olsa, belki birkaç yokoluştan sonra artık kararlı hale gelebiliriz. Dedikleri gibi, bunların hepsi daha önce oldu, ve yine olacak. -mı?

– – –

Bir reçelden nereye geldik. İyisi mi gidip biraz daha yiyeyim.

Kader, Kısmet, Ölmek ya da Ölmemek. İşte Hep Bunlar Büyük Sorun

Uyarıyor. Hem de uzun zamandır.

Doğa Ana‘dan bahsediyorum. O kadar uzun zamandır bağırıp çağırıyor ki ve o kadar uzun zamandır duymamazlıktan geliyoruz ki biz kendisini, ciddi anlamda şaşırıyorum.

Yarattığı gibi yıkmasını da gayet iyi bilen Doğa Ana. Varoluşumuzun yegâne nedeni, yokoluşumuzun en büyük destekçisi. Yıllardır uyarmaktan o da yoruldu artık, biliyorum.

Adı üstünde, ana. Çocuklarına zarar gelmesini istemiyor aslında. O yüzden uyarıyor sürekli. Biz anne sözü dinlemedikçe, üstelik bir de hayatta en çok ona zarar verdikçe, haklı olarak kızıyor biraz. Ama yine de ana yüreği sonuçta, nefret edemiyor yavrusu insanoğlundan.

Uyarıyor bizi; depremlerle, sellerle, fırtınalarla, sıcaklarla, açlıkla, sefaletle… Biz umursamadıkça daha da şiddetli ikaz ediyor: “Gidin buralardan!..” Ama tabii kendi de biliyor ondan asla ayrıl(a)mayacağımızı.

Aslında tüm insanlığa da haksızlık etmemek gerekir. Sağduyulu birçok kişi artık işlerin nasıl yürüdüğünün farkında, kendi kendimizi yoketmeden önce Doğa Ana’nın devreye gireceğini hissediyor. Daha çevreci olmaya çabalıyorlar, doğal afetlere karşı daha korunaklı, daha güvenli sistemler geliştiriyorlar.

Lakin biz Türkler, tanrıdan başka şeyden korkmadığımız için, Doğa Ana’yı pek sallamıyoruz.*

– – –

Beş nokta iki ile sallandı geçen gün Marmara yine. Herkes çok korktu. Ama elbette korkunun ecele faydası olmadığından, kısa süre içinde korkmaktan vazgeçti insanlar, hayatlarına döndü.

Doğa Ana yine uyardı aslında bizi, yıllardır yaptığı gibi. 17 Ağustos‘tan sonra bir facia daha yaşanmasın diye de senelerdir bekliyor. İlla ki kırılacak aslen içimizden geçen o kocaman fay, ama elinden geldiğince erteliyor, bekletiyor. Bekletiyor ki sağlam binalarda sağlam hayatlar kuralım; çarpık çurpuk, eciş bücüş yerlerden ayrılıp insan gibi yaşamaya başlayalım. Zira Doğa Ana da istemiyor bizim öyle hâllerde durmamızı; bize verdiği hayvanlardan bizi ayıran özelliklerimize yaraşır hayatlar sürelim istiyor, emekleri boşa gitmesin istiyor.

“Tabii ki Doğa Ana bunları yaparken biz de boş durmadık…” Hah. Bu cümle bu yazıya hiç uygun düşmez. Hepimiz biliyoruz bunu. Ama yok, durun durun, 12 yılda neler neler yaptık oysa değil mi! Deprem sigortaları oluşturduk, sonra da oradaki birikimleri hükümetin giderleri için hiç kullanmadık. Milyonlarca evi tahliye ettik, değil mi? Okulları, köprüleri, alt ve üstyapıyı tamamen elden geçirdik. İnsanlarımızı enikonu bilinçlendirdik, öyle ki artık kimse minicik bir depremde hemen camdan aşağı atlamıyor ya da kimse mesela, Ay tutulması olunca “depremi tetikler mi” diye haber başlıkları ve o durum hakkında saatlerce yorum yapan insanları görmüyor medyada.

Neredeyse Japonya’yla yarışacak hâle geldik.

– – –

İstanbul’da yaşayan ABD’li gazeteci Claire Berlinski de bir yazı kaleme almış, City Journal dergisi için. Son depremden dem vurmuş. Bakın neler görmüş bir yabancının gözünden:

“Yaşayan tüm yer bilimciler, yakın bir zamanda İstanbul’u güçlü bir depremin vuracağını söylüyor. ABD Yer Bilimleri Araştırmalar Merkezi (USGS), 2000’de yaptığı araştırmada böyle bir depremin 30 yıl içinde gerçekleşme ihtimalinin yüzde 62 olduğunu açıkladı. Tahminlere göre böyle bir deprem 200-300 bin kişiyi öldürebilir.

“Ülkedeki herkes depremden korkuyor. Geçen yıl küçük bir deprem bütün şehri sokaklara döktü. Ama kimse böyle bir durumda ne yapması gerektiğini bilmiyor. İstanbul’da maddi durumu uygun olmasına rağmen güvensiz evlerinden ayrılmayan birçok insan biliyorum. Tehlikenin farkındalar ama tamamen kaderciler. Japonlar evdeki su bardaklarının kırılmaması için önlem alırken İstanbul’daki müzeler bile değer biçilemeyecek sanat eserlerinin depremde zarar görmemesi için hiçbir şey yapmıyor. Bu zenginlik farkı değil; bir kültür meselesi…”

Son cümle belki de en vurucu gerçek. Evet, bu bir kültür meselesi, ötesi yok.

– – –

Ne anlatıyorum oysa ben… Kime, neyi anlatıyorum? Berlinski’nin de dediği gibi o kadar kaderci bir toplumuz ki… Ölümü bekliyoruz yıllardır betondan mezarlarımızın içinde. Gelsin de alsın bizi. Ha, gelince iyi görünelim de istiyoruz ki herhâlde ölüme, evlerimizin içi pırıl pırıl, LCD televizyonlar, son model ses sistemleri, pahalı mobilyalar… Bir nevi, maziye dönüş arayışındayız galiba; modern kurganlar oluşturup öte yana giderken yanımıza en sevdiğimiz eşyaları alıyoruz.

Doğa Ana, eminim ki yine elinden geleni ardına koymayacak bizi en az hasarla bu işten sıyırmak için. Eminim buna. Ama tabii o da bir yere kadar kontrol edebiliyor kendisini. Biz onu sömürmeye, onun uyarılarını dikkate almamaya devam ettiğimiz sürece, o da…

Evet, iş bombok yani. ♣

Not: Berlinski’nin yazısının tamamını okumanızı öneririm, çarpıcı gerçekler var. Belki biraz akıllanırız. Buradan Türkçe metne, buradan da orijinal, daha kapsamlı İngilizce metne ulaşmanız mümkün..

*Not 2: Biliminsanları (men of science babında), yazıyı normal bir biçimde okudular elbette ama inanç insanı (men of faith) olduğunu düşünenler bu yazıdaki “Doğa Ana” ifadesinin yerine “tanrı“yı yerleştirebilir. Belki o zaman, “tanrıdan başka bir şeyden korkmamak” deyimi de daha anlamlı olur. Belki.

Paralel Evrensellik ve Seçimler

Bugünlerde pek popüler bu “paralel evren” kavramı. Sağolsun filmler ve diziler de oldukça yardımcı oldu bu konuda, hatta sanırım Lost sayesinde iyice ayyuka çıktı. Fringe isimli güzide dizi ise tamamen bu kavram üzerine kurulu. Tabi aslında biz bunu ilk olarak Back to the Future: Part II‘da gördük.

İnanıp inanmamak değil de, zira çok çetrefilli bir konu, değinmek istediğim şey başka. Hayatımızdaki gizli paralel evrenlerden sözediyorum.

Bugün garip bir şey oldu. Bir şey farkettim. Bol ağaçlı, sessiz sakin güzelce bir parkın içinden geçerken, tepemde uzanıp giden elektrik tellerinin üstünde, bir garip kumru gördüm. Garipliği tuhaflığından kaynaklı değildi, garibanlığı duruşundan bile okunuyordu. Neyse, edebiyat yapmayalım, konumuz daha ziyade bilim zira. İçimden düşündüm, “Lan” dedim, “Şimdi şu kuş bir bıraksa, tam da altından geçerken, üstüm başım kirlenir.” Elbette ki ‘bıraksa’dan kastım, açık konuşalım, sıçmasıydı. Bunu düşünmemle, yolumu yaklaşık yarım metre sola kaydırmam bir oldu, ve ardından da bilin bakalım ne oldu?

Kuş, sıçtı. Çünkü kuşlar mütemadiyen sıçar.

Burada olay benim müneccim tarafım değil. O da güzel tabii, bak, güzel değil demiyorum. Ermişim gibi hissettim kendimi o an. Lâkin daha mühimi şuydu: Eğer, ben o an düşündüklerimi düşünmeyip kumrunun altından geçseydim ne olurdu?

Büyük ihtimalle, saçma bir alışkanlık sanrısı eşliğinde, fellik fellik piyangocu aramaya koyulurdum. Belki bulur, bir çeyrek bilet alırdım, belki o biletle zengin olurdum. Belki de piyangocu falan bulamaz, fakat aradığım süre içerisinde bambaşka şeylerle etkileşir, bambaşka şeyler yapardım. Belki bir araba çarpardı, ölürdüm.

Yani o an, sanki, halihazırda gerçekleşecek olan geleceğimi kırdım, paralel bir evren yarattım kendime. Üstelik de artık o evrende yürüyorum, üstelik de artık geri dönüşüm yok. Hayatım kalıcı olarak bu yola saptı. Hatta belki, siz bu yazıyı okuyarak bambaşka bir yola giriyorsunuz an olarak, belki sizin de zihninize bir şey geldi, ya da belki Lost’u izlemeye karar kıldınız, ya da, ya da, ya da..

– – –

Yaşadığımız her an aslında, bir yeni seçim, bir yeni evren. Bilimkurgu öyküler, bize aynı anda hepsinin birden gerçekleştiğini anlatır. Daha önce de dediğim gibi bunu bilemeyiz, fazla çetrefilli. Fakat burada çok eski bir kavram kendisini tartışmaya açıyor, ister istemez: Şans.

Şansın ne olup ne olmadığı, beni iyice germeye başladı artık. Yukarıdaki örnek basit olduğu kadar da çarpıcı aslında. Ben, o kuşun altından geçmeyerek şansımı kendim mi yok ettim? Yoksa, artık kalıcı olarak başka bir yola girmiş hayatımı değiştirerek, çok şanslı yepyeni bir serüvene mi atıldım? Bunu elbette ki hiçbir zaman bilemeyeceğim, ancak bu durum, tam da bu yüzden şansa olan inancımı sorgulatıyor artık.

Fakir doğmak, zengin doğmak, trafik kazasında ölmek, lotoyu tutturmak, Türkiye’de varolmak, Afrika kıtasında yaşıyor olmak, ve daha aklınıza gelebilecek tonla olay, bizim irademiz dışında gelişen.. Tüm bunlar şansın eseri mi? Yoksa bir şekilde, farkında bile olmadan yaptığımız (veyahut ebeveynlerimizin yaptığı) seçimler mi?

Sanırım şans diye bir “güç” yok.

Zaten bugünlerde güce olan bakış açım da değişti. Ama yine de, siz inananlar için söyleyeyim. May the luck be with you. * ♠

* Şans, sizinle olsun.