Duygularımızın Mühendisi Oğuzcuğumuz Atay

Dün, Oğuz Atay Ağabeyimizin vefat yıl dönümüydü. Aşırı yoğun olduğumdan iki satır bile laf edemedim bununla ilgili; bu ~kesinlikle gereksiz~ lafları bugün etsem, bence o da bana laf etmezdi.

Tam otuz sekiz yıl olmuş Oğuz Abi buralardan göçeli, daha sıkı tutunabileceği bir yer bulalı. Onun arkasından ne kadar çok şey oldu, kendisi biliyor mu, bilmiyorum. Gerçi biz burada kalanlar olarak, çoğunu unuttuk, ve tabii ki unutmak da, bir noktadan sonra bilmemekle eşdeğer hale geliyor. Yazık.

Mesela, ondan üç yıl sonra darbe oldu, ülkenin tüm kaderi değişti. Yine o sene, üstelik de onunkiyle aynı gün, bir başka ölüm yaşandı, yine gencecik gitti biri, bu kez ülkenin beynindeki tümör yüzünden: Erdal Eren, 17 yaşında, darağacında can verdi.

Daha neler olmadı ki geçen otuz sekiz senede; dile kolay bunu söylemek, otuz sekiz, hatta bırakın dile kolay olmasını, yaşaması bile kolay. Göz açıp kapayıncaya kadar yıllar, hayatlar geçiyor, Teoman’ın da dediği gibi. Ama ölen insan için zaman donuyor elbette. Oğuz Abi için de öyle belki. Onun kafasında hâlâ, bıraktığı gibi dünya.

Ne bıraktı peki? Bıraktığından daha mı iyi şimdi? Elbette değil. Bunu tartışmaya bile gerek yok. Nedir yani, teknolojik olarak mı ilerledik? Yeni iletişim olanakları, insanları birbirine mi yaklaştırdı? Dünyada savaşlar, açlık, sefalet mi azaldı? Eee? Elbette hiçbir şey, daha iyiye gitmedi.

Peki ya sanat? Edebiyat dünyamız? O ünlü cümlesi hâlâ olduğu yerde asılı duruyor, Oğuz Abi’nin:

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” (Korkuyu Beklerken, Oğuz Atay, sayfa 196.)

* * *

Oğuz Atay, Tutunamayanlar‘ı neden yazdı? Neden Tehlikeli Oyunlar‘ı kaleme aldı? Tanrı kutsal kitapları neden indirme gereği duyduysa, ondan.

Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, ve bazı özel insanlar bunların farkındaydı. Aslında birçok özel kişi bunun farkındaydı ama yalnızca küçük bir kısmı bunları kitlelere anlatabilecek kapasiteye sahipti. Bunların kimisi yazar, kimisi ressam, kimisi müzisyen, kimisi filmciydi; her biri kendi yeteneğini kullanarak anlatmaya çalıştı olguları. Kimisi anlatabildi, kimisi yitip gitti.

Korkmayın! Oğuz Abi, sırf erken öldü diye yitip gidenler sınıfında değildir! O anlattı, anlamak isteyene, gayet iyi şekilde anlattı. –Morpheus gibiydi Oğuz Abi, elinde iki kitapla gelip bizleri uyandırmaya çalıştı ve ekledi: “Unutmayın, size gerçeği, yalnızca gerçeği vaat ediyorum. Gözünüzü kapalı tutup küçük burjuva hayatınızda, pazar kahvaltılarınızda, ev gezmelerinizde, aldığınız arabalarda, gittiğiniz tatillerde, tükettiğiniz sevgilerinizde, televizyonda… Yitip gitmek, sizin özgürlüğünüzdedir!”

Ama her peygamber gibi, o da yalnız kaldı. Yalnız yaşadı, -evet, aslında hakikaten herkes yalnız ölür ama- Oğuz Abi hakikaten yalnız öldü. Yalnızdı çünkü yeteri kadar, istediği kadar anlaşılamamıştı. Daha fazla duyurmak istemişti sesini. Belki de bu yüzden -en az Evren’in sonunda ne olduğunu bilemeyecek olduğuma üzüldüğüm kadar, onu okuyamayacak olduğuma üzüldüğüm- Türkiye’nin Ruhu isimli üç ciltlik eserini planladı kafasında, ama yazamadı. Zamanı yetmedi. Öfkeliydi yer yer Oğuz Abi, ama kindar değildi:

“Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.” (Günlük, Oğuz Atay, sayfa 4.)

“Günlük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. Otomobilin tamiri, para hesabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok vs. Belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı hayatı denilen çamura bulaştım, yeni öfkeler edindim, o kadar.” (Günlük, Oğuz Atay, sayfa 220.)

“Ahmaklar her ülkede var -yani her ülkenin edebiyatını bilenler arasında var. Yabancı kitapları kapışıyorlar. Benden haberleri bile yok. Ben de sözüm ona, bu adamlardan kurulu bir okuyucu kalabalığı bekliyorum. Çok aptallık.” (Günlük, Oğuz Atay, sayfa 222.)

Bu son dediği, size de uçsuz bucaksız azınlık öbeğini anımsatmadı mı?

* * *

Bilemiyorum, söz konusu Oğuz Abi olunca, fazlasıyla hüzünleniyorum ben. Vüs’at Bener’e de hüzünleniyorum mesela, Sabahattin Ali’ye de elbette. Yusuf Atılgan’a da. Nazım Hikmet’e de. Ama en çok Oğuz Abi’ye. Çünkü yalnızca Oğuz Atay’a “ağabey” diyebiliyorum kendimce. O yakınlığı, ancak onunla kurabiliyorum.

Neyse, belki o da bu kadar hüzünlenmemizi istemezdi. Zaten ona yapabileceğimiz en büyük iyiliği de biliyorum ben, bir peygamber için yapılabilecek en iyi şey neyse, o. Onun dinini yaymak. Daha çok okumak onu; anlayarak, hissederek. Selim Işık’ı, Turgut Özben’i, Süleyman Kargı’yı, Hikmet Benol’u, Sevgi’yi, Bilge’yi duyumsayarak. Hüsamettin Tambay’ı bile!

Biz buradayız, sevgili Oğuz Abi, tren vagonlarından öyküler satın almayı sürdürüyoruz. Senin gözün arkada kalmasın. ♠

“…bu güne kadar neler kurdum, ne kadarını gerçekleştirebildim ayrı mesele. Belki, bir iki kişinin dediği gibi ancak kendini ve aklına nasıl geliyorsa öyle yazan biriydim; ben de son zamanlarda buna gittikçe daha fazla inanıyorum. Oysa Mustafa İnan’da başladığım bazı değişik şeyler vardı sanki. Ya da bazı şeyleri kendime göre anlatmayı deniyordum. Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak durumunda kalıyorum. Geleceğini kaybetmek yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. Ne yapalım, henüz biraz da ayakta durma gücüm var; deneyelim, sonuç almaya çalışalım.” (Günlük, Oğuz Atay, sayfa 276-278.)

Oğuz Atay'ın bilinen tek renkli fotoğrafı, elbette ki Ara Güler'e ait...
Oğuz Atay’ın bilinen tek renkli fotoğrafı, elbette ki Ara Güler’e ait…

Yorum bırakın