İnsanlık Senin de Çağını Getirecek: Diren Triffid! (Triffidlerin Günü, John Wyndham)

triffidler

Saramago’nun Körlük’ünü alın, üstüne Kirkman’ın the Walking Dead evrenini yayın; Spielberg’ün görselliğinden biraz ekleyin, ama onun gibi muhafazakar olmayıp aksine Darwinist ve evrimci bir bakış açısı yakalayın; ve tüm bunları 1951 senesinde yapın!

Tam adıyla “John Wyndham Parkes Lucas Beynon Harris“in “Triffidlerin Günü adındaki harika bilimkurgu romanından bahsediyorum. Konu kısaca şu: Radyoaktif tohumlara sahip, Triffid isminde otobur bitkiler -insanların yüzünden- türüyor; bir yandan da, yine insan kaynaklı bir felaket sebebiyle dünyanın yüzde 95’i körleşiyor! Ortaya da, gündelik hayatta ilerleyen bir post-apokaliptik çağ çıkıyor. Yavaş yavaş her şey yok olurken, geriye kalanlar uygarlığı tekrar inşa etmeye çabalıyor.

triffidler kapak

John Wyndham, muhteşem bir kitap yazmış. Muhteşem. Her şeyden önce, tüm altmetin-üstmetin göndermelerinden, mesajlarından önce; yarattığı atmosfer ve kullandığı dil harika. O kadar renkli, canlı ve detaylı anlatılmış ki her şey, günümüzün en popüler kıyamet izlentisi olan the Walking Dead evrenine rahatça kucak açabiliyoruz kafamızda. Zombiler yerine bitkileri -ya da kör insanları- koyduktan sonra, geriye kalanların birbirleriyle olan mücadelesi sosyolojik ve psikolojik tabanda kendilerine gayet oturaklı yerler ediniyor. Wyndham’ın H.G. Wells‘ten ödünç aldığı dehşetli dil ve hava, roman boyunca diken üstünde oturmamıza katkıda bulunuyor.

Gerçekten de, Wyndham’ın anlatısı özellikle Dünyaların Savaşı’nı tekrar düşündürtüyor, zira ortada yine dehşet altında kalmış ve ne yapacağını bilemez bir Londra var. Fakat Wells’in romanıyla benzeşmesi en çok bu kadar sürüyor, çünkü Triffidlerin Günü çok daha eleştirel; okura yalnızca kaçış edebiyatı tadında bir metin sunmuyor, çoğu yerde çağının da ötesini görerek uyarılarda bulunuyor.

Teknoloji çılgınlığı korkusuna, İkinci Dünya Savaşı sonrası paranoyalar eşlik ediyor. Wyndham’ın haklı olarak durduğu yer, sağlam bir ikaz mahiyetinde, “bunlar oldu, ama tekrar olmasın” diyor ısrarla. İnsan eliyle ortaya çıkan garip, radyoaktif bir bitkiyi, insanlar önce önemsemiyor; fakat ilk önemsedikleri an onların fazlasıyla yararlı özyağlarını keşfettikleri an oluyor! Yani yarattıkları felaketi önce sömürüyorlar. (Kim bilir, belki de Triffidler, sonradan intikamlarını alıyor!) Körlük olayı da, yine -romanın sonlarında ancak tahmini olarak açıklandığı gibi- insanların senelerce yaptığı radyoaktif denemeler, soğuk savaş vesaire yüzünden gerçekleşiyor. Yani insanlar, bilim ve teknoloji uğruna, savaş ve güvenlik uğruna geleceklerini kaybediyor. Günü kurtarırken soylarından oluyorlar.

“Orada, yukarıda,” diye devam ettim, “orada, yukarıda Dünya’nın çevresinde dönen sayısız uydu silahı vardı, belki hâlâ vardır. Dünya’nın çevresinde dönerek uyuyan ve onları ateşleyecek birini ya da bir şeyi bekleyen bir sürü tehdit. İçlerinde ne vardı? Bilmiyorsun; ben de bilmiyorum. Çok gizli şeyler bunlar. Tek işittiğimiz tahminler: patlayıcılar, radyoaktif tozlar, bakteriler, virüsler… Bunlardan birinin gözlerimizin dayanamayacağı radyasyonlar yayacak şekilde yapıldığını düşün, optik sinirleri kavuracak ya da en azından zarar verecek bir şey.”

Tabii Wyndham’ın bu uyarılarını yeterli bulmadığı da ortada; zira Triffidlerin Günü‘nden birkaç sene sonra yazdığı Krizalitler‘de de, belli ki yarattığı bu evrenin kalıntılarını okuyoruz. Birbirlerini tamamlayan kitaplar gibiler.

Sözkonusu evrimsel uyarı sırasında, sosyal sınıfların ve toplum psikolojisinin ne kadar değişken -ve yüzyıllardır süregelmesine karşın- ne kadar kırılgan olduğunu da vurguluyor Wyndham; zaten romanın öne çıkan kısımlarından bir tanesi de bu. Mevcut felaket anında insanların nasıl ve neden davrandıklarını incelikle işliyor, yorumluyor. Her şeyin her an değişebilir ve -mesela- on sene içerisinde dahi, tüm insan hayatının soluk bir nostalji duygusuyla kaplanabileceğini vurguluyor.

En basitinden, hayatta kalmak denilen şeyin -çok sevgili Türkçe sevdalılarımız ‘surviving‘i karşılayan bir fiil bulsunlar artık!- hiç de kolay olmadığını defalarca anlatıyor. Hele de gelinen teknolojik ortamda ve de tam olarak bunun ironisiyle birlikte. Evet, dünyanın öteki ucuyla aynı anda görüşebiliyoruz ama doğaya çıksak, kendi elimizle ateş yakamayız. Evet, Mars’a bile insan göndermeyi hedefliyoruz ama doğal yollarla yiyecek besin bulmak büyük ihtimalle hiçbirimizin harcı değil. Tuvalet kâğıdı bile olmasa, çekeceğimiz dertleri düşünün!

Yine benzer şekilde, toplumsal rollerin değişimine -hatta belki de olması gerektiği şekle- dair güzel kısımlar var. Yeri geldiğinde dilden düşmeyen kadın-erkek eşitliğini, olağanüstü hal durumunda daha iyi kanıksamamız gerektiğini söylüyor Wyndham, çünkü insanın default haline dönmesinin yolu kadın-erkek eşitliğinden de geçiyor:

“Şimdiye dek bu tür bir zihinsel tembellik ve asalaklıkla kendimizi eğlendirme lüksüne sahiptik. Nesillerdir cinslerin eşitliği hakkında konuşmamıza rağmen, kadınlar bu tür bir bağımlılıktan o kadar faydalanıyorlardı ki, vazgeçemiyorlardı. Koşullar değiştikçe pek az değişiklik yapmak zorunda kaldılar ama değişim her zaman pek az ve gönülsüzdü.”  Duraksadı. “Bundan kuşku mu duyuyorsun? Eh, hem şuh bir kızın hem de entelektüel bir kadının yüksek duyarlılık numarasını farklı şekillerde uyguladığı gerçeğini düşün. Ama bir savaş patlayıp yanında sosyal görevler ve yaptırımlar getirdiğinde, her ikisi de becerikli mühendisler olarak eğitilebildi.”

Romanın sonlarına doğru, artık bir şekilde gündelik düzenlerini oturtan kahramanlarımız, din konusuna uğramadan edemiyor, yine Krizalitler’e nazire yaparcasına. Dinin gerekliliği ve insan eliyle ortaya çıkışına dair birkaç ufak fikir.

“Sence biz… Sence onlara yardımcı olmak için bir mit yaratmamız doğru olur mu? Harika ölçüde akıllı bir dünya, ama o kadar kötü bir dünya ki yok edilmesi gerekmiş ya da kazayla kendi kendini yok etmiş? Tufan efsanesi gibi bir şey. Böylece aşağılık kompleksiyle ezilmezler, bu onları yeni bir dünya kurmak, hatta bu sefer daha iyisini kurmak için teşvik edebilir.”

Tabii ki edebilir, ama yalanların üstüne mi!

*

John Wyndham’ın Türkçede yayınlanan bu ikinci romanı, birçok kez sinema ve televizyona da uyarlanmış. Hakiki bir bilimkurgu klasiği. Beni en çok yarattığı atmosfer ve ayrıntılara karşı özeni cezbetti. Vefakat bir bilimkurgu okurunu her yönden tatmin edecek kadar dolu. Ayrıca Delidolu Kitap‘ın özenli baskısını da esgeçmemek şart, özel tasarımlı ve sert kapaklı şekilde basılmış, tıpkı yine Krizalitler gibi. Belli ki Türkiye’de pek az bilinen bu bilimkurgu üstadının diğer romanları da gelecek. ♣

Ek: Youtube’da, BBC’nin John Wyndham üzerine hazırladığı “Bilimkurgunun Görünmez Adamı” isimli bir belgesel var, onun ilk on dakikasını Türkçeleştirdim, tam da Triffidlerin Günü‘yle ilgili olan bir bölüm. Aha da burada:

Yedinci Gün, İhsan Oktay Anar

Yani tabi şimdi İhsan Oktay Anar olmuşsanız artık, yazacağınız şey de heyecanla beklenir hale geliyor. Anar’ın 6. kitabı olan Yedinci Gün‘ü de Türk okurunun büyük kısmı, merakla bekledi haliyle. Yine İletişim Yayınları‘ndan çıkan roman, her ne kadar Anar’ın diğer kitaplarının yenilenmiş kapaklarına uygun bir kapakla çıkıp beni gayet üzse de, aynı zamanda eğlendirdi, bilgilendirdi de. Zaten İhsan Abi’yi okurken bunun olmaması pek güç. Neyse, tıraşı keselim.

Önce şunu demek lazım geliyor: Kitapta Amat‘ta olduğu gibi yoğun bir sembolizm var, gayet açıkça yerleştirilmiş. İsminden cismine kadar. Hatta ismiyle başlayalım, çok bariz şekilde, tanrının dinlendiği ‘yedinci gün’den bahsediyor, zaten son cümlede kendi de belirtiyor. İhsan Saittanrı“yı, Âlî İhsanİsa“yı, geri kalan herkes de insanoğlunu canlandırıyor. Teslis inancı üstüne kurmuş, kurduğu evren de başarılı aslında, tutarlı. (Yalnız, İhsan Sait’in bir ara Zulkarneyn‘e dönüşmesi enteresan. iyiliği arayarak buluyor, “yarı-ilah”lığını törpülüyor. Ha bir de zaten, anlamadığım da birçok gönderme var dini kaynaklara dair. Ben ancak bunları çıkarabildim.)

Ayrıca neredeyse her sayfada ağır ironi ve eleştiri var, hemen her kuruma yönelik. Ve ayrıca sanırım en eğlenceli İhsan Oktay Anar kitabı da olabilir bu, zira çok yerinde çok güldüm. (Mesela sayesinde “zarta babilof” diye bir tanımlama öğrendim ki, evlere şenlik.)

Romanın en hoşuma giden kısmı ise, tabi ki, bilimkurgu yanı. Hep aklıma H.G. Wells ve onun “The Time Machinei geldi okurken. Hemen hemen benzer çağlarda geçen, iki zaman yolculuğu temalı (her ne kadar Yedinci Gün tam olarak onu anlatmasa da) roman. İkisinde de bir steampunk atmosferi, güzel çağlar. Bayağı sevdim bu yönü.

Hoşuma gitmeyen şey ise, vermek istediği mesajı tam olarak anlatamayışı oldu. Anlamadığımdan değil tabi yea. Allah Allah. Ama o son on sayfaya sıkıştırılmış, yani gerçekten sıkıştırılmış kısım gayet yetersiz geldi bana. Sanki İhsan Abi (yazar olanı) kitabın hepsini yazmış da, son kısmı için 1 aylık zamanı kalmış gibi hissettirdi. Daha geniş tutulup, çözüm noktası daha dramatik geliştirilebilirdi.

Ama bu diğer tutumları pek değiştirmiyor gözümde. Pek çok kısmı bayağı güzel. Hele de iki bölüm var ki, çok ama çok sevdim. Birincisi, Doğu cephesinde yaşananların anlatıldığı bölüm. İkincisi de, ki bu çok daha da güzeldi, kitabın 3. bölümünün girişindeki yaklaşık 10 sayfalık “kısa dünya tarihi” tadındaki kısım. Gerçekten harika yazmış bunları.

Hülasa; Yedinci Gün, elbette ki İhsan Oktay Anar’ın en iyi kitabı değil, benim ve sanırım birçokları için, ama Puslu Kıtalar Atlası ve Amat‘tan sonraya yerleştirebileceğim kadar da iyi. Zevkle okunası. ♣

Not: O değil de, şimdi İOA da 6 kitaptan sonra bir dinlenme sürecine girer mi ki?

Tozlu Sayfalar Arasından: Dünyalar Savaşı

Tozlu sayfalar olmasının nedeni şudur ki, bu aşağıdaki yazıyı yıllar yıllar önce bir ödev olarak hazırlamıştım. Geçenlerde hard diskin içini kurcalarken buldum, şöyle bir göz gezdirdim, ve “bunu yayınlayabilirim” dedim. Ve şimdi de yayınlıyorum işte.

Dili elbette biraz daha ciddi, akademik diyelim. Ama gerçekten akademik metinlerle uğraşan birisi bu kullanıma bir tarafıyla da gülebilir, emin değilim. Ama önemli olan da içerik zaten. Ha tabi hâlâ ne olduğunu belirtmedim bunun. “War of the Worlds” isimli 2005 yapımı güzide filmin tür eleştirisi. Tür eleştirisi nedir derseniz, kısaca şöyle özetleyebilirim; bir tür filminin -zira tür filmi olması önemlidir- ait olduğu türün özelliklerini ne kadar taşıdığı, türe ne gibi yenilikler kattığı ya da türden nasıl ayrıştığını inceleyen yazı biçimidir. Böyle.

Üstünde fazla değişiklik yapmadan yayınlıyorum. (Görselleri blog için ekledim.)

* * *

Sinopsis:

Dikkat. Film hakkında her şey yazılıdır.

Ray Ferrier (Tom Cruise), eşinden ayrılmış, iki çocuğunu yalnızca yasaların izin verdiği zamanlarda görebilen, babalık yetenekleri fazla gelişmemiş olan sıradan bir liman işçisidir. Eski eşi Mary-Ann (Miranda Otto) yeni kocasıyla birlikte bir seyahate çıkacağı için çocukları Robbie (Justin Chatwin) ve Rachel’ı (Dakota Fanning) istemeyerek de olsa Ray’e bırakmak zorunda kalır. Ancak Ray’in çocuklarıyla arası pek iyi değildir.

Ray kızı Rachel’la konuşmaya çalışırken çok yüksek sesli bir gök gürültüsüyle irkilir. Gökyüzünde büyük şimşekler çakmakta ve yere güçlü yıldırımlar düşmektedir. Meraklanan Ray, olayın vuku bulduğu yere gider. İnsanların meraklı bakışları altında, yerden devasa boyutta üç ayaklı bir makine çıkar ve bu makine önüne çıkan her şeyi yıkıp geçmeye, herkesi de buharlaştırmaya başlar. Eve zorlukla ulaşan Ray, çocuklarla birlikte hemen oradan uzaklaşır. Bu bir uzaylı saldırısıdır.

Eski karısının evine ulaşan Ray ve çocuklar, orada kimseyi bulamaz ve geceyi orada geçirmeye karar verirler. Ray de en az çocuklar kadar korkmaktadır, bu yüzden bodruma inerler. Gece uykudayken yine saldırıya uğrarlar ve yine zorlukla kurtulurlar. Sabah kalktıklarında ise evi tepelerine yıkılmış, bir yolcu uçağını da yanlarına düşmüş bulurlar. Orada gördüğü bir gazeteci kızdan bilgi alan Ray, o makineden -ki isimleri “tripod”tur- daha onlarca olduğunu, hasar almalarını önleyen güç kalkanlarının bulunduğunu ve düşen yıldırımların yerin altına belki de binlerce yıl önce yerleştirilmiş o makinelerin içine ‘sürücülerini’ taşıdıklarını öğrenir. Yollarına devam ederler.

Ray’in amacı onları annelerine sağ salim ulaştırmaktır, bunu hem çocuklar hem de kendisi için ister. Çalışan tek araç onlarınkidir, dolayısıyla hızla yol alırlar. Yolda bir mola sırasında, Robbie geçen askeri araçları görür ve onlara katılmak ister. Ancak babası buna izin vermez.

Akşam olduğunda çevredeki araçsız insanlar onları taciz etmeye başlarlar ve sonuç olarak da önce bir kavgaya tutuşurlar, ardından da araçlarını kaybederler.

Yollarına yaya olarak devam eden aile için önlerinden yanarak geçen tren gibi durumlar normal hale gelmiştir. Yürüyerek bir vapur iskelesine varırlar. Vapura binmek için sıra beklerlerken arkadan tripodlar yaklaşmaya başlar ve insanlar sağa sola kaçışmaya başlar. Ray ve çocuklar zorlukla gemiye binerler. Ancak suyun altından da çıkan bir uzay gemisi gemiyi alabora eder ve denize dökülen insanları toplamaya başlar. Ray ile çocuklar yine zorlukla karaya çıkarlar ve tripodların altından kurtulurlar.

Sabaha doğru aile yeni bir askeri toplulukla karşılaşır. Robbie bu kez onlara katılmak için kararlıdır ve dediğini yapar, babası onu engelleyemez. Ray ile Rachel ise kaçarken onları görüp çağıran Harlan Ogilvy’nin (Tim Robbins) kulübesine sığınırlar. Ray ve kızı için bu kulübe büyük önem taşıyacaktır.

Harlan, uzaylılarla savaşmayı kafasına koymuş, kendi deyimiyle bir ‘direnişçi’, yer yer deli, eski bir ambulans şoförüdür. Ray’i kendisiyle savaşması için ikna etmeye çalışır. Bu sırada kulübeye giren bir “göz” yaşam olup olmadığını kontrol eder. Ray’in çabalarıyla ona yakalanmaktan kurtulurlar. Daha sonra bir gün de kulübeye uzaylılar girer ve sağı solu kontrol ederler. Bu sırada Harlan onları vurmak ister, ama Ray yine ona engel olur. Harlan’a göre onlar, “farklı dünyaların insanlarıdırlar”.

Kulübede geçen günlerden birinde Harlan telaşla bağırmaya başlar. Ray ona kulak verip dışarıya bakar ve tripodların, avladıkları insanların kanlarını içtiklerini ve atıklarını da toprağa ektiklerini görür. Harlan ise çok gürültü yapmaktadır. Ya yakalanacaklardır, ya da Harlan susturulacaktır. Ray, Harlan’ı “susturur”.

Kızıyla kulübede baş başa kalan Ray, bir gece Rachel’in çığlığıyla uyanır. Yanı başlarında bir “göz” onlara bakmaktadır. Ray baltayla onu parçalar. Bu sırada Rachel evden dışarıya çıkar ve gözden kaybolur. Ray onu aramak için çıktığında, her yerin kanla örülü olduğuna şahit olur. Rachel’i bir tripod avlar, Ray de onun arkasından o tripoda kendini yakalatmayı başarır.

Kendisi gibi yakalanmış insanların arasında kızını bulur, ancak tripod “içmek” için onu seçer. Ray tripodun ağzındayken daha önce eline almış olduğu el bombalarını patlatır, ve kurtulurlar.

Ertesi gün baba ve kızı bitkin bir halde ulaşmak istedikleri yere, Boston’a ulaşırlar. Orası da tripodlarca ele geçirilmiştir, ancak bir gariplik vardır. Tripodların birisi kendi kendine “durmuştur”. Daha sonra tripodların güç kalkanlarının çalışmadığı fark edilir ve askerlerce etkisiz hale getirilirler.

Ray kızını annesine ulaştırır ve kaybettiğini sandığı oğlu Robbie’yle de buluşur.

Uzaylılar, Dünya koşullarına uyum sağlayamamış ve bakteriler nedeniyle kendi kendilerine ölmüşlerdir.

* * *

2005 ABD yapımı olan “Dünyalar Savaşı”nın yönetmeni, ünlü bilimkurgu sinemacısı, “dahi çocuk” Steven Spielberg’tir ve elbette film de bilimkurgu türüne ait bir yapımdır. Film, Spielberg’in de kurucu ortağı olduğu Dreamworks ve ünlü film şirketi Paramount Pictures tarafından yayınlanmıştır. Gösterime girdiği dönem (yani ABD’de yeni bir sezon sayılan yaz mevsimi), barındırdığı oyuncular ve elbette yönetmeniyle tam bir “blockbuster”, “yani büyük gişe getirisi sağlayan Hollywood yapımı” olan film, yukarıdaki sebeplerden ötürü bir tür filmidir de aynı zamanda. Genel olarak bakılacak olunursa, filmin muhafazakar bir film olduğu -ki zaten Spielberg’in yönettiği, özellikle de son dönemde yönettiği bir filmin muhafazakar olmaması çok zordur- ve Amerikan değerlerini ve ataerkil ideolojiyi savunduğu rahatlıkla görülebilir. Filmdeki karakterlerin gelişimi, olayların ilerleyiş şekli ve bazı özel “göze batıcı” diyaloglar gibi unsurlar da bu tezi doğrular niteliktedir. İzleyici açısından bakıldığında ise, “film sinema salonunda izlenir” sözünü haklı çıkaran, bilet parası verenlerin pişman olmayacakları bir yapım durumundadır. Zira filmde kullanılan özel efektler, başrol oyuncuları ve tabii ki “katharsis” duygusu, izleyenleri fazlasıyla memnun edecek türdedir. Film ayrıca tüm dünyada büyük gişe başarısı sağlamış, başka bir deyişle amacına ulaşıp yapımcılarının da yüzünü güldürmüştür.

Filmin biçimsel özelliklerine bakacak olursak, oldukça güçlü bir ekip ev kaliteli bir çalışma var olduğunu görebiliriz. Spielberg, diğer birçok filminde olduğu gibi bu filmde de çalıştığı ekibi büyük ölçüde korumuştur. Senarist David Koepp ile daha önce “Jurassic Park” filminde çalışmış, ve 2008’de gösterime girecek olan [tabi artık çoktan girdi]Indiana Jones and the Kingdom of the Crystall Skull (Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı)” filmini de ona teslim etmiştir. Ayrıca filmin görüntü yönetmeni Janusz Kaminski ile “Schindler’s List (Schindler’in Listesi)”; kurgucusu Michael Kahn ile “Raiders of the Lost Ark (Kutsal Hazine Avcıları)” filminden; müzik direktörü John Williams ile de neredeyse doğumundan bu yana birlikte çalışmaktadır. Tom Cruise ile de daha önce “Minority Report (Azınlık Raporu)” filminde birlikte görev almıştır.

Görüntü düzenlemesi, filmin türüne uygun olarak yapılmıştır. Tedirginliği ve gerginliği yansıtabilmek adına genellikle soğuk renkler tercih edilmiş, özellikle hareketli sahnelerde hareketli kameraya sıkça başvurulmuştur. Karakter merkezli bir film olduğundan ikili ve yakın çekimlere fazlasıyla yer verilmiştir. Dekor, kostüm tasarımı, aydınlatma ve müzik kullanımı da aynı şekilde, bilimkurgu türüne uygundur. Özellikle görsel efektlerin gerçekçiliği ve etkileyiciliğiyle öne çıkan film, bu konuda Oscar adayı da olmuştur.

Oyunculuklar, yer yer abartılı olsa da yerindedir. Tom Cruise’un “Ray” karakteri için “fazla genç” ya da “fazla hafif” olduğu şeklindeki eleştiriler bence yerli değildir, zira Cruise’un yıllar içindeki gelişimi onu bir ne yaptığını bilen erkek ve eril bir kahramandan (Top Gun, Born of the Fourth of July, Mission: Impossible); kaçan, bazen yenik düşen, sonuçta da çoğu zaman şansının yardımıyla galip gelen, kafası karışık bir ‘yarı-looser’a (Eyes Wide Shut, Colletral, War of the Worlds) dönüştürmüştür, bunu göz ardı etmemek gerekir. Bu yönüyle bu film için bence en uygun adaylardan birisidir. Rachel rolündeki genç yetenek Dakota Fanning ise yine olumlu bir performans sergilemektedir. Ayrıca Robbie rolündeki Justin Chatwin de gelecekte iyi bir oyuncu olacağının sinyallerini vermektedir. Spielberg, bu filmde de çocuk oyunculara yer vererek kendi çizgisini bozmaz. Usta yönetmenin hemen her filminde çocuklar önemli -ve hatta bazen de baş- rollere sahiptirler. (E.T.: The Extra-Terrestrial, Empire of the Sun, Hook, Jurassic Park, Schindler’s List, AI: Artificial Intelligence..)

Filmin ses ve görüntü kurgusu da yine türe uygundur. Hızlı kurgu, gerilimi artırıcı ve destekleyici müzik, ses ve efekt kullanımı gibi unsurlar dikkati çeker.

Film, biçimsel özellikleri göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde, türünün bütün gereklerini yerine getirir. Ancak içerik olarak bakıldığında, aynı şeyleri söylemek bazen mümkün olmamaktadır. Bu noktada filmin içerdiği anlamlar bütününü hem diğer bilimkurgu filmleriyle, hem de bu filmin bir önceki çevrimiyle mukayese etmek yerinde olacaktır.

Film, ünlü bilimkurgu yazarı Herbert George Wells’in (1866-1946) 1898 yılında yazdığı aynı isimli romanından beyaz perdeye aktarılmıştır. Sinemanın doğuşundan itibaren oldukça rağbet gören İngiliz yazar, beş kez uyarlanmış olan “Zaman Makinesi” ve “Dr. Moreau’nun Adası” gibi filmlerin de mimarı olmuştur. “Dünyalar Savaşı” da bundan önce 1953 yılında, Byron Haskin tarafından Görsel Efekt Oscarlı bir film olarak tarihteki yerini almıştır. Ayrıca 1938 yılında da Orson Welles tarafından bir radyo oyunu olarak, haber formatında seslendirilmiş, bu dinleti ise halk tarafından gerçek zannedilerek büyük hezeyana neden olmuştur.

1953 yılında yapılan ilk film için de, “bilimkurgu türüne aittir” demek yüzde yüz doğrudur, zira bu film türün neredeyse tüm kodlarını taşır. Özellikle o yıllarda yükselişe geçen bilimkurgu sineması içinde de önemli bir yere sahiptir. Amerika ve Demirperde dışındaki “iyi” ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından ortaya çıkan korkular, bilimkurgu sinemasının gelişimi için uygun ortamı sağlamıştır.

Soğuk Savaş’ın yeni yeni yaşanmaya başlandığı o yıllarda insanlar, sürekli olarak bir “nükleer tehdit” altında olduklarını düşünüyorlardı. ABD ile Rusya arasında yaşanan uzay yarışı da bunu destekler nitelikteydi. Öylesine bir paranoya hakimdi ki, en küçük bir tehdit bile “Rus saldırısı” zannediliyordu. (Hatta bu konuda bu paranoyayı ele alan, Stanley Kubrick imzalı “Dr. Strangelove or: How I Learnd to Stop Worrying and Love the Bombs” adlı film, ayrıca izlenmesi ve üstüne düşünülmesi gereken bir yapımdır.) Bu koşullar altında -ki buna ünlü “Roswell” olayını da eklemek gerekir, zira bu da ABD halkının dünya dışı yaşam konusuna olan ilgisini bir hayli artırmıştır- bilimkurgu sineması büyük bir patlama yaratmış ve altın çağını yaşamıştır. “Gökten gelecek olan” nükleer bombalar, sinemada “gökten gelecek tehlike”ye dönüşerek halkla buluşmuştur.

Bilimkurgu sineması, temellerini insanların korkularından alır, buradan beslenerek büyür. Bahsi geçen dönemde de bu böyle olmuştur.

Filmin 2005 versiyonu ise, elbette ki bu şartlardan oldukça uzak bir ortamda yapılmıştır, hatta bu bağlamda filmin yanlış bir dönemde çekildiği şeklinde eleştiriler de mevcuttur. Günümüzde artık bir nükleer savaş tehlikesi yoktur, insanlar “gökten gelecek” olandan değil, aksine yerden, hiç beklemediği anda gelecek tehlikeden (örneğin intihar saldırıları (Peacemaker), ya da insanlığın sonunu getirecek bir virüs (Resident Evil, 28 Days Later ve hatta Children of Men)) korkmaktadır. Ancak bu filmde tehlike yalnızca gökyüzünden değil, tam da bahsi geçtiği üzere yerin altından da gelmektedir, tripodlar toprak altından çıkar, onlar “yüzyıllardır ayakların altında yaşamışlardır.”

İçerik olarak incelemeye devam edersek; film, özellikle ideolojisi bakımından ağır ve muhafazakar bir tür filmidir. İlk saldırının ardından Rachel’ın ısrarla “Teröristler mi saldırdı?” diye sorması, Robbie’nin de bu soruya “Kim bunlar, Avrupalılar mı?” eklentisi, her ne kadar yüzeysel de olsa, az önce temellendirilen “korku kültürü” tezini doğrular niteliktedir. Bu kısımda ise Spielberg, hem mevcut Amerikan politikasını eleştirmekte, hem de ona alet olmaktadır. Sıradan bir cumhuriyetçi Amerikalı’nın soracağı bu sorular, ABD halkının sahip olduğu paranoyanın elli yıldır kaybolmadığını, yalnızca şekil değiştirdiğini gösterir niteliktedir. (Bu konuda da Michael Moore’un “Bowling for Columbine” filmine göz atılabilir. Bu belgesel filmde, halkın korku kültürü sayesinde tüketime nasıl sevk edildiği ustalıkla anlatılmaktadır.) Ayrıca Spielberg, filminde bu konuyu özellikle vurgulamak istediğini de belirtmektedir. Bu film bir mülteci filmidir aynı zamanda.

Diğer birçok bilimkurgu -ki bundan sonra söz konusu filmler için “istila filmleri” tanımlamasını kullanmak istiyorum- filminde olduğu gibi bu filmde de, yukarıda bahsedildiği gibi bir “öteki” kavramı ağırlıklı olarak göze batar. “Öteki”nin dünya dışı olması yeterli değildir genellikle, özellikle ABD dışı olmalıdır.

“Öteki” olanlar, bu film için yalnızca uzaylılar değildir, Ray karakteri de bir ötekidir bizim için, en azından filmin başlangıcında. Bu filmi de türdeşlerinden ayıran en önemli kısmı burada yatmaktadır. Karakterlerin değişimi. Bilimkurgu ve özellikle felaket filmlerinde çoğunlukla karakterler olmaz, tipler olur. Stok tiplere sıkça yer verilir. Bu tiplerin durumları ise bellidir: Bir adet erkek-eril kahraman, bir adet kurtarılmaya muhtaç dünya ve dişi, birkaç tane kahramanın sözünden çıkmayan sadık ve derinliksiz yan karakter, pek çok da aksi görüşü savunan tip. Filmin 1953 versiyonu -ki daha önce türün tüm gereklerine uyduğunu belirtmiştik- bu tiplerin tamamını barındırır.

Ancak Spielberg, filmini ustalıkla çok başka bir noktaya taşımayı başarır. Olası bilimkurgu tipleri bu filmde “dönüşen” karakterlere dönüşürler. Ray, bu değişimi en net şekilde yaşayan kişidir. Başlangıçta bariz bir şekilde ilgisiz ve kötü bir baba olan Ray, filmin sonunda tam bir erkek kahramana -ancak gücü bu kez dünyayı değil, ancak küçük kızını kurtarmaya yeten bir kahramana- dönüşür. Rachel ve Robbie ise hiç de hoşlanmadığı babasını sevmeye başlarlar. Ray Hollywood’un ona verdiği görevi yerine getirmiş ve ailesini yani aile kurumunu tekrar oluşturmayı başarmıştır. (Özellikle bu sahnede Cruise’a yapılan alt açılı çekim, ışıklandırma ve kamera hareketi bunu fazlasıyla doğrular.) Eski karısı bile, daha önce ‘buzdolabında yemek var mı’ diye kontrol ettiği Ray’e bir başka bakmaktadır. Görev tamamlanmıştır. Ray, kesinlikle bilindik türde bir kahraman değildir.

Filmin en takdire şayan özelliği, bence, uzaylıların kendi kendine yok olmaya başlamasıdır. (Gerçi bu konuda H.G. Wells’e teşekkür etmek daha yerinde olur sanırım.) Daha önce yapılmış olan birçok istila filmi (War of the Worlds (1953), Independence Day, Stargate, hatta Terminator ve hatta Mars Attacks! vs.) mutlaka bir kahraman yaratmış ve dünyayı ona kurtartmıştır. Ancak bu filmde bu görülmez. Filmin başrol oyuncusu tamamen sıradan bir babadır, hepsi budur. Birçoklarının eleştirdiği bu, “filmin konudan sapıp bir aile dramına kayması” noktası, aslında hem filmin türe getirdiği bir yenilik, hem de onu diğer istila filmlerinden ayıran en temel ve sağlam noktadır.

Filmin ikinci kısmındaki Harlan’ın (Tim Robbins) kulübesindeki sahneler ise, filmin ideolojik ve politik mesajlarını sırtlayan kısımdır. Filmdeki en gerçekçi karakterlerden birisi olan Harlan, tipik bir Amerikan milliyetçisidir. “Burası bizim, gerekirse daha önce yaptığımız gibi yine savaşırız” diye haykırır Ray’e, daha önce ABD’nin hiçbir zaman kendisini savunmadığını, aksine saldıran taraf olduğunu bilmeden. Bu da ABD’nin iç politikasının ne denli başarılı olduğunu kanıtlar bir noktada: Amerika için önemli olan kazanmış olmaktır, Vietnam Savaşı bile galibiyet kazanılmış gibi aktarılmıştır insanlara filmlerle, şarkılarla. Başlangıçta kendisini bir “direnişçi” olarak gören Harlan -ki buradaki Irak alegorisi çok açıktır- istilacıların gerçek gücünü gördüğünde kaçacak yer aramaya başlar. Ray, Harlan engelini de aşarak izleyiciye “kaba kuvvet ve aptal cesareti ile kahramanlık olmaz, aklı kullanmak gerekir” mesajını verir.

Zaten az sayıda karakter içeren filmde stok karakter yoktur. Ray, Rachel, Robbie ve Harlan dışındakiler öykünün ilerlemesini sağlayan tiplerdir.

Film karakterler açısından -ve de Spielberg’e rağmen ve de yine onun sayesinde- bu denli yenilikçi bir hava taşırken, anlatı yapısı ile son derece klasik bir duruş sergiler. Bariz bir giriş-gelişme-sonuç bölünmesi mevcuttur, başlangıç geleneklerine karakterleri basitçe tanıtma yoluyla uyar, ve hatta orijinal filme de sadık kalarak başta ve sonda bir anlatıcı (narrator) kullanır. Ancak bence -Spielberg’e işini öğretmek gibi olmasın ama- filmin doruk noktası seçimi hatalıdır: Film hızla ilerlerken Harlan’ın kulübesinde ani bir tempo kaybına uğrar, daha sonraki bölümde ise olaylar birdenbire çözülür. Uzaylılar yok olur ve dünya kurtulur. Fakat bu, yönetmenin bilinçli tercihi de olabilir. Zira Harlan’ın kulübesi Ray’in aynı zamanda kendini de sorguladığı yerdir, buradan çıkıp bir kahramana dönüşür, “gözlerini açık tutmayı” öğrenir.

Anlatı yapısı gerçekten de hem Hollywood’a hem de türe oldukça uygundur. İzleyiciler filmin sonunu rahatlıkla tahmin edebilir. Ancak bu durum, Spielberg’in ustalıklı yönetmenliği sayesinde heyecan kaybına sebep olmaz.

Türe özgü ikonografik simgeler de filmde kendilerine sıklıkla yer bulur. Zaten “dünyadışılık” konusunda uzman olan Spielberg bu konuda ne yapacağını bilmektedir. Tipik uzaylı göstergesi olan devasa makineler, ışın silahları, güç kalkanları yine mevcuttur. (Bu noktada, Spielberg’in gerek tripodların tasarımında, gerekse belli bazı sahnelerde, hem romana hem de ilk çevrime son derece sadık kaldığını belirtmek gerekir.) Ayrıca klişe olan ikonografik simgeler de kullanılmıştır, görünen silah yine illa ki patlar, balta kullanılır, Rachel’ın çığlıkları tehlikeyi haber verir.

Sonuç olarak; Dünyalar Savaşı, birçok yönden farklı gözlerle incelenebilir bir filmdir. Sıradan bir “bilimkurgu blockbuster”ı olarak ele alınabilir, politik mesajlarla yüklü bir “11 Eylül sonrası paranoya filmi” olarak da düşünülebilir. Ya da sinemasal açıdan, bir yönetmenin bakış açısının değişimi gözlemlenebilir. Daha önce “Close Encounters of the Third Kind” ve “E.T.: Extra-Terrestrial” gibi iyimser uzaylıları bize gösteren ve artık yalnızca kendi zevki için film yapacağını belirten Spielberg’in sinemasal oyunu diye de adlandırılabilir. Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Dünyalar Savaşı’nın türdeşlerinden ayrı bir yere konması gerektiği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

* * *

Bu noktaya kadar sıkılmayıp okuduysan, sevgili okur, ne âlâ, sen tam bir sinefilsin. Hatta bilimkurgulara da bayılıyorsun. Aferin, tuttum seni. Bu yazıyı da, bugün olsa daha farklı yazardım elbette, ama yine de yüzde 75’i aynı olurdu kuvvetle muhtemel. Zira filmi seviyorum.

Yukarıda, daha önce değinmemiş olduğum bir şeyi daha ekleyerek bitireyim artık, zira 20 bin vuruş oldu bu kâllâvi yazı. Bu filmin en sevdiğim özelliklerinden birisi, bilimkurguyla korku türünü, azıcık da olsa birleştiriyor olması; birçok sahnede, çekimde bu gayet açık. (Bunu o zaman niye yazmamışsam zaten.) İnsanı uzaylılarla ilgili bir şeyler izlerken sadece hayran bırakmıyor, hatta artık direkt, hiç hayran bırakmıyor, doğrudan doğruya dehşete düşürüyor. Zaten uzaylılara hayran olduğumuz yıllar 80’lerde kaldı. Bu filmin bu karanlık yönüne bayılıyorum.

Ben bu filmi çok seviyorum. Sen de sev. N’olur be. ♣