Nefessiz kalacak kadar tüketmek. Çok tüketmek. (Soluğun Mucizesi, Dimitris Sotakis)

stuck_by_fleur_de_soleil

José Saramago‘nun da bayılacağı bir kitap bu. Hatta belki okumuş da bayılmıştır -biz ne bilelim!

solugun-mucizesi

Fakat cidden; yaratıcı basit bir fikirle yola çıkıp sembolik anlatımla işlenen kitaplar kategorisinde güzel bir yere oturabilir bu kitap da. Dimitris Sotakis, Yunanlığının da getirdiği krizgörmüşlükle, harika yazmış bu romanı.

Tüketimi, salt bağımlılık açısından da vurmuyor üstelik; dandik orta sınıfın kendisine yarattığı korunaklı ve dünyayı da bir güzel eleştiriyor. Bakın şöyle diyor, şehri yakıp yıkan ayaklanmayla kendi durumunu bağdaştırarak:

“Diğerleri dışarıda yanıyordu; fakat ben yaşıyordum. Bu daireyi istila etseler bile, bütün bu mobilyaların altında beni bulacaklarından kuşkuluydum; saklanma yerim çok güvenliydi. Güçlüydüm.”

Evet, satın aldıkça ve aldıklarımızla kendimize korunaklı kaleler inşa ettikçe, dışarıda yanıp kül olan dünyaya yönelik ilgimizi de giderek kaybediyoruz. Kaybediyoruz, çünkü kaybedeceğimiz şeylerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Dışarıda yanan yansın, ölen ölsün. Biz kendimizi tamamlamaya bir adım daha yaklaşmışken, diğer her şeyin ne anlamı kalıyor?

Yani bir nevi, sahip olduğumuz eşyalar bize sahip olmaya başlıyor. (Evet, Dövüş Kulübü‘nde diyor bunu; ne var yani?)

Neyse. Sözlerime, tabii ki Cenk Taner‘le son veriyorum; zira o da bu ‘alınan şeyler altında esir kalma’ mefhumunu pek sever:

“İş sahibi olursun,
bir sevgili bulursun;
Ana haber sana yeter
Günün birinde.
Bir mucize beklersin
Sessiz evlerde,
Törpülenir cesaretler
Zaman içinde.”

İnsanlık Senin de Çağını Getirecek: Diren Triffid! (Triffidlerin Günü, John Wyndham)

triffidler

Saramago’nun Körlük’ünü alın, üstüne Kirkman’ın the Walking Dead evrenini yayın; Spielberg’ün görselliğinden biraz ekleyin, ama onun gibi muhafazakar olmayıp aksine Darwinist ve evrimci bir bakış açısı yakalayın; ve tüm bunları 1951 senesinde yapın!

Tam adıyla “John Wyndham Parkes Lucas Beynon Harris“in “Triffidlerin Günü adındaki harika bilimkurgu romanından bahsediyorum. Konu kısaca şu: Radyoaktif tohumlara sahip, Triffid isminde otobur bitkiler -insanların yüzünden- türüyor; bir yandan da, yine insan kaynaklı bir felaket sebebiyle dünyanın yüzde 95’i körleşiyor! Ortaya da, gündelik hayatta ilerleyen bir post-apokaliptik çağ çıkıyor. Yavaş yavaş her şey yok olurken, geriye kalanlar uygarlığı tekrar inşa etmeye çabalıyor.

triffidler kapak

John Wyndham, muhteşem bir kitap yazmış. Muhteşem. Her şeyden önce, tüm altmetin-üstmetin göndermelerinden, mesajlarından önce; yarattığı atmosfer ve kullandığı dil harika. O kadar renkli, canlı ve detaylı anlatılmış ki her şey, günümüzün en popüler kıyamet izlentisi olan the Walking Dead evrenine rahatça kucak açabiliyoruz kafamızda. Zombiler yerine bitkileri -ya da kör insanları- koyduktan sonra, geriye kalanların birbirleriyle olan mücadelesi sosyolojik ve psikolojik tabanda kendilerine gayet oturaklı yerler ediniyor. Wyndham’ın H.G. Wells‘ten ödünç aldığı dehşetli dil ve hava, roman boyunca diken üstünde oturmamıza katkıda bulunuyor.

Gerçekten de, Wyndham’ın anlatısı özellikle Dünyaların Savaşı’nı tekrar düşündürtüyor, zira ortada yine dehşet altında kalmış ve ne yapacağını bilemez bir Londra var. Fakat Wells’in romanıyla benzeşmesi en çok bu kadar sürüyor, çünkü Triffidlerin Günü çok daha eleştirel; okura yalnızca kaçış edebiyatı tadında bir metin sunmuyor, çoğu yerde çağının da ötesini görerek uyarılarda bulunuyor.

Teknoloji çılgınlığı korkusuna, İkinci Dünya Savaşı sonrası paranoyalar eşlik ediyor. Wyndham’ın haklı olarak durduğu yer, sağlam bir ikaz mahiyetinde, “bunlar oldu, ama tekrar olmasın” diyor ısrarla. İnsan eliyle ortaya çıkan garip, radyoaktif bir bitkiyi, insanlar önce önemsemiyor; fakat ilk önemsedikleri an onların fazlasıyla yararlı özyağlarını keşfettikleri an oluyor! Yani yarattıkları felaketi önce sömürüyorlar. (Kim bilir, belki de Triffidler, sonradan intikamlarını alıyor!) Körlük olayı da, yine -romanın sonlarında ancak tahmini olarak açıklandığı gibi- insanların senelerce yaptığı radyoaktif denemeler, soğuk savaş vesaire yüzünden gerçekleşiyor. Yani insanlar, bilim ve teknoloji uğruna, savaş ve güvenlik uğruna geleceklerini kaybediyor. Günü kurtarırken soylarından oluyorlar.

“Orada, yukarıda,” diye devam ettim, “orada, yukarıda Dünya’nın çevresinde dönen sayısız uydu silahı vardı, belki hâlâ vardır. Dünya’nın çevresinde dönerek uyuyan ve onları ateşleyecek birini ya da bir şeyi bekleyen bir sürü tehdit. İçlerinde ne vardı? Bilmiyorsun; ben de bilmiyorum. Çok gizli şeyler bunlar. Tek işittiğimiz tahminler: patlayıcılar, radyoaktif tozlar, bakteriler, virüsler… Bunlardan birinin gözlerimizin dayanamayacağı radyasyonlar yayacak şekilde yapıldığını düşün, optik sinirleri kavuracak ya da en azından zarar verecek bir şey.”

Tabii Wyndham’ın bu uyarılarını yeterli bulmadığı da ortada; zira Triffidlerin Günü‘nden birkaç sene sonra yazdığı Krizalitler‘de de, belli ki yarattığı bu evrenin kalıntılarını okuyoruz. Birbirlerini tamamlayan kitaplar gibiler.

Sözkonusu evrimsel uyarı sırasında, sosyal sınıfların ve toplum psikolojisinin ne kadar değişken -ve yüzyıllardır süregelmesine karşın- ne kadar kırılgan olduğunu da vurguluyor Wyndham; zaten romanın öne çıkan kısımlarından bir tanesi de bu. Mevcut felaket anında insanların nasıl ve neden davrandıklarını incelikle işliyor, yorumluyor. Her şeyin her an değişebilir ve -mesela- on sene içerisinde dahi, tüm insan hayatının soluk bir nostalji duygusuyla kaplanabileceğini vurguluyor.

En basitinden, hayatta kalmak denilen şeyin -çok sevgili Türkçe sevdalılarımız ‘surviving‘i karşılayan bir fiil bulsunlar artık!- hiç de kolay olmadığını defalarca anlatıyor. Hele de gelinen teknolojik ortamda ve de tam olarak bunun ironisiyle birlikte. Evet, dünyanın öteki ucuyla aynı anda görüşebiliyoruz ama doğaya çıksak, kendi elimizle ateş yakamayız. Evet, Mars’a bile insan göndermeyi hedefliyoruz ama doğal yollarla yiyecek besin bulmak büyük ihtimalle hiçbirimizin harcı değil. Tuvalet kâğıdı bile olmasa, çekeceğimiz dertleri düşünün!

Yine benzer şekilde, toplumsal rollerin değişimine -hatta belki de olması gerektiği şekle- dair güzel kısımlar var. Yeri geldiğinde dilden düşmeyen kadın-erkek eşitliğini, olağanüstü hal durumunda daha iyi kanıksamamız gerektiğini söylüyor Wyndham, çünkü insanın default haline dönmesinin yolu kadın-erkek eşitliğinden de geçiyor:

“Şimdiye dek bu tür bir zihinsel tembellik ve asalaklıkla kendimizi eğlendirme lüksüne sahiptik. Nesillerdir cinslerin eşitliği hakkında konuşmamıza rağmen, kadınlar bu tür bir bağımlılıktan o kadar faydalanıyorlardı ki, vazgeçemiyorlardı. Koşullar değiştikçe pek az değişiklik yapmak zorunda kaldılar ama değişim her zaman pek az ve gönülsüzdü.”  Duraksadı. “Bundan kuşku mu duyuyorsun? Eh, hem şuh bir kızın hem de entelektüel bir kadının yüksek duyarlılık numarasını farklı şekillerde uyguladığı gerçeğini düşün. Ama bir savaş patlayıp yanında sosyal görevler ve yaptırımlar getirdiğinde, her ikisi de becerikli mühendisler olarak eğitilebildi.”

Romanın sonlarına doğru, artık bir şekilde gündelik düzenlerini oturtan kahramanlarımız, din konusuna uğramadan edemiyor, yine Krizalitler’e nazire yaparcasına. Dinin gerekliliği ve insan eliyle ortaya çıkışına dair birkaç ufak fikir.

“Sence biz… Sence onlara yardımcı olmak için bir mit yaratmamız doğru olur mu? Harika ölçüde akıllı bir dünya, ama o kadar kötü bir dünya ki yok edilmesi gerekmiş ya da kazayla kendi kendini yok etmiş? Tufan efsanesi gibi bir şey. Böylece aşağılık kompleksiyle ezilmezler, bu onları yeni bir dünya kurmak, hatta bu sefer daha iyisini kurmak için teşvik edebilir.”

Tabii ki edebilir, ama yalanların üstüne mi!

*

John Wyndham’ın Türkçede yayınlanan bu ikinci romanı, birçok kez sinema ve televizyona da uyarlanmış. Hakiki bir bilimkurgu klasiği. Beni en çok yarattığı atmosfer ve ayrıntılara karşı özeni cezbetti. Vefakat bir bilimkurgu okurunu her yönden tatmin edecek kadar dolu. Ayrıca Delidolu Kitap‘ın özenli baskısını da esgeçmemek şart, özel tasarımlı ve sert kapaklı şekilde basılmış, tıpkı yine Krizalitler gibi. Belli ki Türkiye’de pek az bilinen bu bilimkurgu üstadının diğer romanları da gelecek. ♣

Ek: Youtube’da, BBC’nin John Wyndham üzerine hazırladığı “Bilimkurgunun Görünmez Adamı” isimli bir belgesel var, onun ilk on dakikasını Türkçeleştirdim, tam da Triffidlerin Günü‘yle ilgili olan bir bölüm. Aha da burada:

(Keşfedince Güzelleşen) Mağara, José Saramago

a caverna

Sözkonusu kişi Saramago olunca ben pek objektif olamam genelde. Bunun için de açıkçası, kimseden özür dileyecek değilim. Kendisi benim en sevdiğim, en taptığım yazardır neticede; ve sevdiğim derken, bunu öylesine de söylemiyorum. Adamı aileden biri gibi, hiç sahip olmadığım bir büyükbaba gibi, bir amca gibi seviyorum.  Fakat bu kitap, objektivitenin falan çok ötesinde. İçinde deha, tecrübe, bilgi ve yetenek barındırmayan tek bir satır bile yok.

Mağara, José Saramago, Kırmızı Kedi Yayınları

Kendi halinde, post-modern dünyanın kurallarına elinden geldiğince uymadan yaşamaya çalışan çömlekçi Cipriano Algor ile kızı ve damadının öyküsünü okuyoruz bu kez -ve tabii zeki köpekleri Buldum’un. ‘Merkez’ isimli, kentin merkezindeki dev alışveriş merkezi de, hem romanın hem de aslında hemen hepimizin hayatının merkezinde yer alıyor. Üstelik bunu kitaba, distopik bir unsur gibi yerleştiriyor Saramago, her türlü (sahte) renkli yanına rağmen. Akil, yaşamayı ve insan olmayı bilen insanlar için Merkez bir esaret yeriyken, tüketim ve post-modernitenin kurbanı olmuş yüzbinler oraya ulaşabilmek için can atıyor.

El emeği. El emeği çömlekler, el emeği biblolar, el emeği bir yaşam. Plastikten bir hayat karşısında tutunmaya çalıştıkça Cipriano Algor ve ailesi, giderek daha da birbirine kenetleniyor. Ortak düşmanı doğru anda tanıyorlar ve damadın Merkez’in kalbinde çalışıyor olmasına rağmen kendilerini kaptırmıyorlar. Sözü geçen harika mağara alegorisi ise bardağı taşıran damla oluyor sonunda. ‘Artık yeter’ diyor yaşlı çömlekçi, başı çekerek.

Basit insanlar üzerinden büyük felsefi temaları nasıl da iyi anlattığını bildiğimiz Saramago elbette ki beklentilerimizi yine boşa çıkarmıyor. Muhteşem bir üçlü mağara alegorisiyle varoluştan tüketime kadar söyleyebileceği her şeyi okuru hiç sıkmadan, ne sıkması, muhteşem lezzette bir akşam yemeğini yedikçe yemek isteğine sahip bir insanın iştahıyla okutuyor. Neden yaşadığımızı, yaşarken neler yaptığımızı unuttuğumuz dönemlerde tüketime daha da düşüyoruz bence. Saramago da -ki kendisi her şeyin farkında ve her cümleye kâdirdir; şüphesiz ki o yaratılmış ve yaratılacak olan her türlü edebiyatın yegane ilahıdır!- buna dikkat çekiyor ve tüketimin tam karşısına, hem de tam olarak el emeğine ait bir üretim koyuyor. Sonsuz ve acımasız realistliği ise kitabın sonunda kendisine yer buluyor.

a caverna saramago
José Saramago

Bazı insanlar Saramago’yu okurken zorlanıyor, bilinir ki kendisi bilinçakışı tekniğini kendine has şekilde kullanır; ve tabii diyalogları arasında ne bir tırnak ne de konuşma çizgisi yer alır. Ancak ben “Körlük“ten itibaren (ilk okuduğum eseri oydu) bu tarza hayran olmuştum. Mağara’yı da okurken o kadar büyük keyif aldım, o kadar çok yerin altını çizdim, o kadar çok yeri tekrar tekrar okudum ki, bu kitap sanırım artık en sevdiğim Saramago eseri oldu, diyebiliyorum. Daha önce bu mertebede “Kopyalanmış Adam” vardı ve o da başka bir benlik irdelemesiydi.

Dediğim gibi sayısız yeri alıntılayabilirim ama buna ne yer yeter, ne de benim bütün kitabı buraya aktaracak kadar parmağım var. Zaten o da öyle söylüyor:

“Hayat buydu işte, söylenmeye değmez ya da bir kez söylendikten sonra bir daha söylenmesi gerekmez sözlerle doluydu, söylediğimiz her söz, söylenmeyi kendi özünden ötürü değil, ağızdan çıkmasının yaratacağı sonuçlardan ötürü daha çok hak eden başka bir sözün yerini alıyordu.” 

Öteki, F.M. Dostoyevski

Yine incecik ama içi dolu turşucuk bir Dostoyevski, tıpkı Yeraltından Notlar gibi. Sanırım ince romanlarının içini daha iyi dolduruyor.

Öteki

Güzel olan kısım tek de değil elbette. Çok açıdan ele alınabilecek bir anlatı, bir kere yaratıcılık bu kez yüksek mertebelerde. Dramatik kurguya sahip eserlere biraz fantastik katınca zaten, her zaman güzel olur.

Öte yandan, karakterin içinde bulunduğu çetrefilli durumun en fazla tezahür ettiği nokta toplumsal ezikliği, iş yaşamındaki sıkıntıları. Başkalarınca (yani aslında kendi kötü ikizince) hayattan silinmesi sonucu, yaşamasının bir anlamı kalmıyor kahramanımızın. Tabii bu noktada paragrafların arasına ne kadar da güzel bir modernite eleştirisi giriyor. Aslında Tutunamayanlar‘dakinden hiç de farklı değil, bu yönüyle.

Ayrıca yine karakterin kötü ikizinin, onun tam zıttı olması, sanki ters yansıtan bir aynayı izliyormuşuz hissi yaratıyor -ki zaten bu aynasal durumu birkaç kez okuyoruz da yazarın elinden. Dolayısıyla, özellikle de çekinik kişilik sahibi insanların toplum içinde kendilerini kendi gözlerinden görmelerine dair başarılı bir tespit de var.

İşin şizofrenik yönüne girmek istemiyorum, bence bu, romanı edebi değerini düşürecek bir tartışma noktasına ulaştırır.

Ve son olarak, elbette Saramago‘nun Kopyalanmış Adam‘ını hatırlamadan da geçemiyorum.

Hülâsa, aferin lan Dosto! ♣

İsa’ya Göre İncil, José Saramago

“Tatminsizlik, evladım, insanın kalbine onu yaratan Tanrı tarafından konmuştur, kendimden bahsediyorum, ama bu tatminsizlik, ki insanı benim benzerim kılar, benim kendi kalbimde doğup büyüdü, zamanla zayıflayacağı yerde gitgide güçlendi, daha baskıcı, daha ısrarcı oldu. Tanrı bu ilk tespiti hakkında biraz kafa yormak ister gibi bir an duraksadı, Çünkü son dört bin dört yıldır Yahudilerin Tanrısıyım, ta başından beri kavgacı, zor bir milletti, ama çoğunlukla iyi geçindiğimizi söyleyebiliriz, şu an beni ciddiye alıyorlar ve görünüşe bakılırsa bundan sonra da benden vazgeçmeyecekler. Öyleyse tatmin oldun, dedi İsa. Hem oldum hem olmadım, ya da daha doğrusu şöyle söyleyeyim, susturmaya çalışsam da söz dinlemeyen yüreğim olmasaydı tatmin olabilirdim. Bana diyor ki, Sunaklara akan kanın asla telafi edemeyeceği dört bin dört yılın sonunda, tamam, belki iyi iş başardın, ama neye yarar, hâlâ küçük bir ulusun Tanrısısın, yarattığın şu dünyanın küçük bir bölgesini kaplıyorlar. Söyle bana oğlum, bu moral bozukluğuyla içim nasıl rahat etsin. Ben bir dünya yaratmadığım için, sana cevap verecek durumda değilim, dedi İsa. Doğru, cevap veremezsin, ama yardım edebilirsin. Nasıl bir yardım. Sözümü yay, daha fazla insanın Tanrısı olmamı sağla. Anlamıyorum. Eğer üstüne düşen görevi yerine getirirsen, yani sana biçtiğim rolü hakkıyla oynayabilirsen, bütün engellere ve güçlüklere rağmen önümüzdeki altı yüzyıl içinde Yahudilerin Tanrısı olmaktan kurtulup, Katolik diye anacağımız kimselerin Tanrısı olacağım, Yunanca bir kelimedir. Bana biçtiğin rol nedir. Şehit rolü, evladım, kurban rolü, bir inancı yaymak, vicdanlara dokunmak için bu rolden iyisi yoktur.”

İsa'ya Göre İncil

İşte İsa bu yüzden güzel adam belki de. Babasının başaramamışlıklarını, egolarını göğsünde yumuşatmak zorunda kaldığı için. Tüm insanlığın acısını kendisinde topladığı için.

Ve tabii şeytanın da söylediği bir şey, bir gerçek, ki zaten şeytan da aslında hep doğruları söyler, bakmayın siz onun hakkında denilenlere:

“Kalkma vakti, sürüyü beslemek lazım, bundan sonra onları sen çıkarıp otlatacaksın, hayatın boyunca sana verilebilecek en önemli görev bu.”

Nasıl ki sen de Edebiyat Tanrısısın benim için, aziz Saramago, bu güncellenmiş ve yalanlardan arındırılmış İncil’in de, benim kutsal kitabım olsun, başucumda hep dursun.

Amin.